2 Aralık 2009 Çarşamba

sadece bugün mü?

“didim mi, demedim mi?” diyor, “Didim mi demedim mi?” Onun bu hızlı ve kızgın konuşmasına dayanmayan beyaz bir tükürük zerresi, çürük çay ve sigara kokan kahverengi ağzından havalanıp üst dudağıma konuyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ortada anlık bir yanlış anlama var. Fakat bu yanlışı giderecek cümleler, tükürük bombardımanına tutulmuş dudaklarımdan dökülemiyor. Üstüne üstlük yutkunuyorum. Korkudan! Dilim damağıma yapışıyor. Kulağımın hizasına kadar kaldırdığı sağ elini, her “Didim mi?” sorusuyla beraber sallıyor. Sallanan bu ele odaklanmış durumdayım. Avucu açık ve öyle çok kasmış ki parmak boğumlarındaki nasırlar şişip belirginleşmiş. Tahtada yazı yazmaktan çok tokat atmasını bilen bu kıllı sağ kulağıma her yaklaştığında gözümü kırpıştırıyorum. Bana bir adım daha yaklaşıyor. Ben de bir adım daha geri çekiliyorum ve sırtım kara tahtaya çarpıyor. Biliyorum, önlüğüm hatta saçımın arkası boydan boya tebeşire bulandı! Suratını benim suratıma doğru hafifçe eğmiş. Suratlarımız arasında neredeyse iki karış var. “bana bak oğlum!” diyince gözlerimi suratına çeviriyorum. Birkaç yüz kilo yağ bağlamış iğrenç bir göbek deliğini andıran suratında ter damlaları birikmiş. Sonra gür kaşlarına bakıyorum. Serçe parmaklarını diliyle ıslatıp kaşlarını düzeltmek gibi bir tiki var bu herifin. Kafasının tepesinde yaşam mücadelesi veren üç-beş tel saçından bir-iki tanesi terli alnının oyuklarına yapışmış. Ve hala soruyor, “Didim mi, demedim mi?” diye. Buna bir cevap vermek zorundayım. Sonucu değiştirmeyecek, biliyorum. Mavi önlüklü, beyaz yakalı bu elli-altmış tane kölenin patronu o! Onun da bir patronu var. Herkesin var ve biz üçlü, yer yer dörtlü, oturduğumuz ter kokan sıralarda bu işin mantığını kapıyoruz, itaat ederek.
Sınıf sus pus. Kupkuru olmuş ağzımdan ne çıkarsa çıksın sonuç aynı olacak. Çünkü, sınıfa girdiğimde “tahta önünde bekle” demesi, yoklamayı alırken beni “yok” yazması, sınıfın bana gülmesi, kaşlarını tükürükleyip yanıma yaklaşması ve “nerdeydin?” diye sorması tamamen ön sevişmeydi! Ön sevişmeler nasıl olursa olsun sonuç mutlaktır. O yüzden “demediniz” diyorum. Dedim ve sol kulağım çınlamaya başlıyor. Ardından yanağım uyuşuyor. Ama kızarıklığı hissedebiliyorum. Ne mutlu bana! Sınıfta bir gürültü oluyor. Bu gülenlerin gürültüsüdür. Biraz da rezil olmuş bir çocukluğun gürültüsü…
“demediysen niye gidiyorsun?” diyor bu kez. “özür dilerim” diyorum. Çünkü “gidebilirsin” demedi aslında. “gidebilir miyim?” diye sorduğumda başını salladı sadece. Yukarı aşağı ya da aşağı yukarı, hatırlamıyorum. Her şey anlık bir yanlış anlamadan ibaret bugün. Dolayısıyla dilediğim özür bana bir tokat daha kazandırıyor. Henüz acısı dinmemiş beş parmak izinin üstüne. Biraz da kafası karışmış bir çocukluğun üstüne…
Sonra yakamdan tutup yerime doğru iteliyor. "geç!" diyor, "terbiyesiz köpek." Sırama otururken ağlıyorum. Terbiyesiz kulaklarım hala çınlıyor. Yüzümü yıkamak için izin isteyemem. Bir hışımla sınıftan çıksam müdürden de dayak yerim. Ama terbiyesiz suratım yanıyor. Gülen gülüyor. Başımı masaya koyup "güzel" teneffüsümü bekliyorum ben de.

28 Kasım 2009 Cumartesi

...

tepesinde bulutların döndüğü
yağmurlu günlerde paratonerine boyuna yıldırım yiyen
o uzun, geniş camekanlı ve parlak
ve tekrar tekrar uzun gökdelenlerin
delik deşik ettiği bir gökyüzünün altında
aynı sokakların daha dar ve çıkmaz olanlarında
hızla akan farların tam kenarında
dallanan, içe içe geçen ve kaybolan
hayat,
ışığın tenezzül etmediği kıvrımlarda
ölüyor hala

26 Kasım 2009 Perşembe

karantina

k k g b
e ı ü u
n ç l
d ı ü g
i m y e
a o c
r e
u .
m .
.

5 Kasım 2009 Perşembe

ödlek

seni sakladığını sandığın hiçbir yer;
üç-dört günlük çorabınla kıvrıldığın soğuk yatağın
tek gözü çalışan bir elektrik ocağının
daha yaşanılır bir hale getirmek için çabaladığı odan
yağmurun sigaranı söndürmemesi için altına saklandığın saçaklar
altında zıkkımlandığın saçaklar
sağnak yağışlı bir günde
gök gürültülü bir günde
ve birbirinin aynı bütün günlerde
ağzına götürdüğün çorba dolu çorba kaşıkları
su dolu su bardakları
deliğine sıçtığın tuvalet
kısasa kısas deyip ağzına sıçan uykular
her şey karşılıklı deyip ağzına sıçan alarmlar
konuşmak için yapılan gereksiz konuşmalar
ayakta sıkılmamak için girişilen ayaküstü dostluklar
günler ve geceler
saatler ve dakikalar
hepsi aynı
senin bu bok kokan ödlekliğin karşısında
senin bu sümüklü ödlekliğin karşısında hepsi kayıtsız
seni sakladığını sandığın hiçbir yer
bütün hiçbir yerler gibi sığabileceğin kadar büyük değil
ve kıçın, başın, ayakların
sıkışmışken
çocukluğundan kalma 55 ekran kolilerde
vakit kaybedersin ancak, sondan kazanmak için
bir bakıma
küçük bir bakıma

30 Ekim 2009 Cuma

anladın mı?

Anladın mı?

Anlamadım

Anlamadın mı?

Evet, anlamadım

Bir daha anlatayım ister misin?

Peki, anlat bakalım

Şimdi anladın mı?

Hayır, yine anlamadım

Neden be!

Bilmem ki

Salak mısın yoksa?

Bi düşüneyim

Anlamaya mecbursun!

Mecburiyetimi anlayana kadar anlayamam sanırım

Nasıl yani?

Yani…

Tamam, tamam saçmalayacaksın yine!

Anlatsaydım keşke

Boşver

Anlayamaz mıydın yoksa?

Hı?

Zıt Erenköy!

27 Ekim 2009 Salı

günaydın

Sırtını Günaydın Market’in paslı kepenklerine yasladığında güneşin doğmasına henüz iki saat vardı. Yaz aylarından biriydi ve bu aylarda güneş beşten önce doğmayı kabul etmezdi. Sonbahara yaklaştıkça daha geç uyanacaktı güneş. Daha erken yorulup tekrar batacaktı. Kışın, hiç doğmayacağı günler bile olacaktı hatta. Yukarda bir yerlerde güneş dolanacaksa şayet, bu kez karamsar bulutlar izin vermeyecekti görünmesine. Soğuk olacaktı. Kar yağacaktı belki de. Ama şimdilik ılık bir hava hâkimdi sokağa. Yumuşak bir esinti, parmakları arasından sarkan sigaranın közünü kızartıyordu. Tırnakları uzamıştı. Sakalları da öyle. Uzun bir yolu koşarak gelmişti buraya. Her şeyden kurtulduğunu zannedene kadar durmamıştı. Tekrar koşması gerekene kadar ki gerekecekti, nefesleniyordu güya. Terleyerek, terlediği kadar üşüyerek ve kalbinin hızına ayak uydurmaya çalışıp sigarasından nefesler alarak. Sokak sessizdi. Şehir de öyle. Ama çok değil, üç-dört saat sonra her günkü, her haftaki ve her yılki sonu kestirilemeyen curcuna yorulmadan devam edecekti. Hayli yoracak ama yorulmayacaktı. Daha serin bir uyku için balkonda yatan mahalle sakinleri, büyük bir gürültüyle açılan kepenklerin o kulak tırmalayan sesine uyanınca başlayacaktı parti! Ama şimdi… ama şimdi kendi soluk sesini, mide gurultusunu, sigarasının köz cızırtısını duyabilecek kadar sessizdi her şey. Kendi curcunası, kendi gürültüsü…
Varacağı yeri kestiremiyordu ama. Zihni durmuş, gözleri kararmıştı. Hemen tıkanan bir akciğer, dökülen siyah saçlar, dökülmeyen beyaz saçlar, organ sancıları, ruh sancıları ihtiyarlık belirtisiyse eğer çoktan ihtiyarlamıştı. Ama hala koşması gereken çok ama çok ve çok uzun bir yolu varken nefessiz kalmıştı, atletinin terden ıslanmış sırt kısmına pas bulaşmıştı, sigarası bitmişti, vakit daralmıştı. Güneş doğacak; sokaklar, arabalar ve saatler gibi birçok şey yutmaya başlayacaktı onu ve diğer birçok şeyi.

6 Ekim 2009 Salı

...

hiçbirimiz yürümüyordu
ve hiçbirimiz oturmuyordu
işte bu,
umutsuzluğun ta kendisiydi

5 Ekim 2009 Pazartesi

ketçapı bol olsun

Üç katlı Ali Emri İlköğretim Okulu’nun en üst katında, duvarlarında “ibbinee”, “memo’yi sikeyim” türünden samimi iltifatları barındıran uzun beyaz koridorun en sonunda, kapısında “7-L” yazan sınıfın öğretmen masasının hemen önündeki sırada Tuba adında bir kız vardı. Tuba’nın beş sıra arkasında da askılığa asılmış onca montun arasında boğulmakta olan ben vardım. Benim yanındaysa yavşak Anıl vardı. Anıl’ın bilekleri çok inceydi. Kayışını son deliğe kadar sıkmasına rağmen kolundan sarkan “casio” marka, doğum günü hediyesi bir saat kullanıyordu. Hesap makineli olanlardandı. Matematik yazılılarında çok işine yarıyordu yavşağın. Ve Anıl uzun burunluydu. Zayıflığı ve uzun burnuyla piyanistteki Adrien Brody’i andırıyordu. Tabi ben o zamanlar bu aktörü tanımıyordum. Ve bu yavşak Anıl en önde oturan Tuba’yı bana kaşıyla gözüyle işaret edip kafasını sallıyordu. Kafasını sallarken de o iğrenç geniş ağzıyla pis pis gülümsüyordu.
Bir ara Tuba’ya aşık olmaya çalışmıştım. Tuba güzel kızdı harbiden. Kısa saçlı ve beyaz tenliydi. Pamuk gibi yanakları vardı. Gerçi ben hiç dokunamadım, ama öyle görünüyordu. Benden önce sınıftaki erkeklerin neredeyse yarısının Tuba’ya aşık olduğunu öğrenmiştim sonra. Vazgeçmiştim aşık olmaktan. Hem bana göre değildi o kız. Kim olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama biri Tuba’nın orospu olduğunu söylemişti bana. Liseye giden bir sürü sevgilisi varmış, hepsiyle sikişiyormuş falan. Bunları da sanki gözleriyle görmüş gibi, biraz zorlasaymış kendisi de sikebilecekmiş gibi anlatıyordu bana. O andan itibaren Tuba’ya karşı bakışım değişmişti. Düşüncelerim alt üst olmuştu. O güzel kızın liseli basketçilerin altına yatması beni üzmüştü bir yerde. Ama olan da olmuştu. Sinirleniyordum. Karşısına dikilip “tuba, seni küçük orospu!” demek istiyordum ona, “herkese var da bana yok mu?”
Evet, yok! Olmasın da. Olmadı da. Ama içimde biriken sinir, pamuk yanaklıya her baktığımda katlanıyordu. O liselilerden birini sınıfın ortasında pataklarken Tuba’ya ilanı aşk etmeliydim. Tabi bu da olmadı. Kendimde o cesareti göremiyordum çünkü. Daha Tuba’ya selam bile veremezken bu tür düşünceler çok çok uzak hayallerdi.
Meçhul kişiden aldığım sırla kendimi bir yandan da yüceltiyordum. Birçok kişinin bilmedi bir şey vardı elimde. Büyük kozdu! Ama bir süre sonra bu muazzam sır içime sığmamaya başladı. Sığmadığı ölçüde de sıkıntı veriyordu. Birine anlatmak beni rahatlatırdı belki. Ama hem Tuba’yı tanıyan hem de çok güvendiğim biri olmalıydı. Dertleşebilirdim böylece. İçimdeki sıkıntı, üzüntü, sinir karışımı şeyden bahsederdim. Rahatlamış olurdum.
Yavşak Anıl’ı seçtim ben de. Yenişehir İlköğretim okulunda dördüncü sınıfa kadar beraber okumuştuk. Sonra o özel okula geçmişti. Bense yediye kadar o okuldaydım. Yedinci sınıfta Ali Emri’ye geçtiğimde onunla yine aynı sınıftaydık. Özeli bırakıp devlete geri dönmüştü. Bunca yıllık boktan bir arkadaşlığın getirdiği güven duygusuyla gidip yavşak Anıl’a anlattım o muazzam sırrı. Öncesinde kimseye söylememesi için yeminler ettirmiştim. Yemin etmişti. Gözlerimle görmüş gibi, biraz zorlasaymışım ben de sikebilecekmişim gibi anlattım ona. Pür dikkat dinliyordu. Dinledi, dinledi. Sonra hiçbir şey demeden, tahtaya konuşanları yazan Tuba’ya baktı.
“seni Tuba’ya söyleyecem” dedi o iğrenç gülüşüyle. Anlatmamalıydım! Sıkıntıdan gebersem de anlatmamalıydım işte. Hay ağzıma sıçayım.
“yemin etmiştin!” diye bağırdım. Bağırınca ismimin yanına pembe bir çarpı yedim.
“ama” dedi, “istediğimi yaparsan söylemem”
“ne istiyorsun” diye sordum. Derin bir nefes alıyordum sanki.
“gidip ismimi sil tahtadan” dedi.
“tamam” dedim. Kolay sayılırdı. Bu istediğin Anıl’ın şantajlı ilk ve son istediği olacağını sanarak ve iki pembe çarpıyı daha göze alarak silgiyi öğretmenler masasından alıp ismi sildim. Yavşak Anıl!
İsmimin yanındaki her çarpı bana bir tokat olarak çarpabilirdi. Bazı öğretmenlerimizin böyle fantezileri olurdu çünkü. Ve bu Anıl’ın son isteği değildi! Artık ara ara Tuba’yı göstererek bir şeyler yaptırıyordu bana.
“bana gidip döner alsana”
“ama param yok”
“tuba? Tuba nerde?...şaka şaka, parayı ben verecem. Sıraya girmek istemiyorum”
Elim kolum bağlanmıştı. Tuba’ya söylerse mahvolurdum. O sahneyi gözümün önünde canlandırınca kendime acıyordum. Tuba ağlayarak sınıftan çıkar. Müdürün odasına gider. Müdür sınıfa gelir. Sınıfta ibret olsun diye bir iki tokat sallar. Sonra ana yemek için odasına çekiliriz. Ben geberik vaziyette, kahkahalar arasında sınıfa girerken müdür Tuba’nın ailesini çoktan aramıştır. İşin içine benim ailem de katılınca… İşte bundan sonrası kabus gibi üstüme çöküyordu.
“peki Anıl, ketçapta olsun mu?”
“bol olsun”
Koca kafalı, küçük gövdeli, zayıf bir cine benzetiyordum o yavşağı. Berbat günlerdi çünkü. Yaptıkları, o saçma sapan istekleri… Dayanacak gücüm kalmamıştı artık. Ben simit yerken o amcığa bol ketçaplı dönerler almak zoruma gidiyordu. Hiç bilmediğim şarkıları bana zorla söylettirip güldüğünde kafasını kalorifere çarpmak istiyordum. Susuyordum ama. O karanlık sahne beni öldürüyordu! Hayatım biterdi. Rezil olurdum. Babam beni evden atardı. Susuyordum!
Yine bir gün, dönerini yerken benden şarkı istemişti. Hiç bilmediğim bir türküydü. Bilmiyorum dedim, kafandan atarak söyle dedi. Gülerken dönerinden büyük bir lokma aldı. Dudağına ketçap bulaştı. Bu kadar yemesine rağmen hala iskeletten farksızdı. Saati kolundan sarkıyordu. Tuba arkadaşlarıyla konuşuyordu. Orospu çocuğu benden türkü istemişti. Döner poşetini sıyırıp bir lokma daha aldı. Dudağının kenarındaki ekmek kırıntısını, ortasından düğümlenmiş pipete benzeyen başparmağıyla gülümseyen ağzına itti. Türkü dedi, hadi söyle. Tamam, dedim içimden, buraya kadar. Gülümseyip uzun aktör burnunun kenarına solumla çaktım. Suratı kıpkırmızı oldu. Burun deliğine yavaşça kan doldu.
“ne yapıyorsun!” diye bağırdı dönerin peçetesiyle burnuna bastırırken, “sus” dedim, “amına koyarım senin!”
“sen görürsün oğlum, şimdi söyleyecem Tuba’ya!”
“git söyle ulan, bok surat”
Teneffüse çıkmamış inekler sürüsü bize bakıyordu. Tuba da bakıyordu. Kendi ismini duymuştu az önce. Tuba’ya baktım. “tuba, gel” dedim. Yanımıza gelip dikildi. “ne var” dedi, “ne oldu?”
“hadi söylesene!” dedim. Burnunu siliyordu. “hadi oğlum söylesene.” Hala burnuyla uğraşıyordu.
“ne söyleceksin” dedi Tuba.
Kafasını kaldırdı, bana baktı. Tuba’ya baktı, “yok bir şey tuba” dedi. Şansıma Tuba çok merak eden tiplerden değildi. Üfleyip çekip gitti sırasına. Kaprisi işime yaramıştı. Çünkü zorlasaydı korkudan ötmeye başlardı yavşak surat. Ve şansıma, Tuba’ya “tuba senin için orospu olmuş diyorlar” demeyi götü yemedi yavşağın.
İnekler önlerine döndüler, kızlar gülmeye devam etti. Ve Anıl, ağzına bulaşan ketçapı temizlemesi için gereken peçeteyi burun deliğine tıkmak zorunda kaldığı için devam edemedi bokluklarına.

3 Ekim 2009 Cumartesi

...

iyiydik veya kötüydük
her iki durum da,
şimdiyle geçmişimiz arasında sürüp giden
kıyas savaşlarının
en bilindik sonucuydu
hiç bitemeyecekmiş gibi görünen
ve gerçekten de hiç bitmeyen savaşlarımızın sonunda
arta kalan ganimeti toplamaya çalışıyorduk
yalnızca

2 Ekim 2009 Cuma

ne beklenir ki başka

Bütün alelade kâbusların en klişe öğesi olan “karanlık bir sokak”taydım kendi kâbusumda. Sokak dardı ve çukurlarla doluydu. İki yanımda uzanan binaların pencerelerinin hiçbirinde zerre kadar ışık yoktu, dolunaydan yansıyan loş ışıktan başka. Örtülen beyaz perdeler her pencerede kıvrımlarına kadar aynı şekilde duruyordu. Binalar boktan bir dekor gibiydi. Perdeler sabitti, sokak sabitti, en çok da yürürken çarptığım taşlar sabitti. Zaman durmuştu bu sokakta. Ve tek yaşayan bendim sanki koca şehirde. Birini aradığımı hatırlıyorum. Ya da bir yerdi aradığım. Kendi evim olabilirdi. Evet, tanımadığım bir sokakta bana evimi tarif edebilecek bir tanıdıktı aradığım.
Loş ışıkta doğru dürüst önümü görmeden yürüyordum. Yürürken çıkardığım ayak sesleri sokağın karanlığında ağır ağır yankılanıyordu. Sokağın sonuna kadar yürüdüm. Çıkmaz sokaktı! Koca bir duvar vardı önünde. Ve sol tarafta küçük bir büfe vardı. Büfeyi sonra fark ettim. Önünde küçük bir ampul sallanarak yanıyordu. Birilerini bulabilme umuduyla büfeye girdim. Ama içeride kimse yoktu. Hatta tek bir eşya bile yoktu, bomboştu. Sadece kontörlü bir telefon gördüm tezgâhın üstünde. Babamı arayabilirdim bu telefonla. Bir şekilde yerimi tarif ederdim ve gelip beni alırdı buradan. Ahizeyi kaldırdım. Numarayı çevirmek için tuşlara yöneldim, ancak üçer üçer dizilmiş on iki tane tuşun üzerinde rakamlar yerine hiyerogliflere benzer şekiller vardı. Kafam iyice karışmıştı. Babamın cep telefonu numarasını düşündüm. Ama bu tuşların hangisi beni ona ulaştırırdı, bilmiyordum. Sonra, her bir tuşun normal düzendeki gibi bir sayıya karşılık gelebileceğini sanıp tuşlamaya başladım. Sıfır için en alt sıranın orta tuşuna, beş içinse ikinci sıranın orta tuşuna bastım. Ve bu şekilde uyduruk bir tahminle tuşladım bütün numarayı. Çalıyordu!
Bir iki kere çaldı. Ardından kesildi ve bir bant kaydı girdi devreye. Yumuşak ve ağdalı bir sesti bu. Çok geçmeden tanıdım. Telefondaki ses… Zeki Müren’den başkası değildi! Kafayı yemek üzereydim. Nasıl olurdu? O herif yıllar evvel ölmemiş miydi?
O ağır ses tonuyla konuşmaya başladı:
“aradığınız numara çok saçma bir numaradır beyefendi. Ve sakın bir daha aramayın!” dedi ve kayıt kesildi. Bağırmıştı bana. Zeki Müren. Hem de bant kaydında.
Saçma olan numara değil, bu sokaktı! Ne tür bir kâbustu bu. Ahizeyi şaşkınlıkla indirdim. Sağıma baktım. Az önce duvarlarla örülü olan sokağın sonunda bembeyaz bir ışık parlıyordu. Dar sokağı daha da daraltmış dekor binalardan bana doğru yansıyordu. Yavaş yavaş yürümeye başladım ışığa doğru. Karanlık giderek azalıyordu. Işığın sonunda tanıdık birini bulabilecek miyim düşüncesi kafamdaki en hâkim şeydi. Az önceki “Zeki Müren” şokundan eser kalmamıştı. Ve ben yaklaştıkça ışığa, her şey giderek tanıdıklaşıyordu bana.

29 Eylül 2009 Salı

hem yumuşak hem hesaplı

sigarayı hızla yere fırlattım
aynı hızla çektiğim son dumanı da üflemiş oldum
ve kaldırım kenarında, arabaların olmadığı bi vakitte yürüyordum
yolun solunda "7/24" yanmaktan usanmamış
ışıklı bankamatik tabelasını gördüm
içindeyse, satması gereken medillerini yere bırakmış bi çocuk
atari salonundaymış gibi rastgele ve hevesle,
ona bi bok kazandırmayacak tuşlara basıyordu
çelik kasasında yalnızca
"hak eden"ler için milyonları ihtiva eden bu makinalarla
kimse level atlayamazdı zaten
yanına gittim
ne yapıyorsun, dedim
hiç, dedi
yaptığı şeyin bir hiç olduğunun farkındaydı
bak, dedim
sustum
devamını getirmeye gerek yoktu
çünkü işe yaramayacaktı
o çocuk çalışıp adam olmazdı
mendil satmaktan kurtarmayacaktı onu söylediklerim
ona bi fayda sağlamayacak okulunun masrafları için
ailesine fayda sağlamaya devam edecekti
şimdi yazdı, geceler serin olurdu, hatta sıcak
bunun kışı da vardı
önümüz sonbahardı
sonrası kış
suratıma bakıyordu kızar mıyım diye
yerdeki mendil poşetini aldı
tam çıkıp gidecekken dur dedim
cebimdeki son parayı
son beş lirayı
bi dahaki para gelişene kadar
beni idare edecek bi paket sigara parasını çıkartıp ona uzattım
mendil mi alacaksın dedi
yok, dedim, gerek yok
al dedim
fazla tereddüt etmeden aldı
sağ ol abi, dedi
siktir et, dedim, önemli değil şimdi
sigara içer misin, dedim
he, dedi
son sigaralarımdan birini çıkartıp verdim
çakmağımla yaktım
içine çekmeden üfledi dumanı
gülüyordu
ben de gülümsedim
toplumsal standartlara göre ya da sosyal, hukuksal
artık her ne boksa
sigara içmek için yaşı hayli küçüktü
belki daha on sene beklemeliydi
evet yaşı küçüktü
gecenin bi yarısı sokaklarda mendil satmak için de küçüktü
o kanser yapan şeyden içmek için de!
ama
kapıyı açtım, ilk önce o çıktı
doğru dürüst içmesini bilmediği sigarayı tüttürürken
karşı kaldırıma geçiyordu
elini kaldırdı sigara ağzındayken
elimi kaldırdım sadece

25 Eylül 2009 Cuma

...

hiç olmamış bir basamak için
boşluğa atılan bir adım
alt üst edecekti
atılan diğer binlerce adımı
başka şeyler değil
boşluğa atılan küçük bir adım-cık

20 Eylül 2009 Pazar

...

salt müzik yoktu, salt güftenin olmadığı gibi
nota, anlam verilemeyene taktıkları isimlerden biriydi sadece
her gün, her gün
ve her gün hoparlörlerden, kulaklıklardan içimize sızan şeyler
her ruhun kendi "korsanlık" tekniğine göre çözmeye çalıştığı şifrelerdi aslında
çözülemeyen şifrelerdi
çünkü çözmeye çalışmak, çözümünden çok daha iyiydi
buydu bizi küçük küçük huzurlu kılan,
define haritalarının,
definenin kendisinden daha uzun ömürlü olması gibi

19 Eylül 2009 Cumartesi

ve kafa gider

Dershanede aynı sırayı paylaştığım kızın sol profiline bakıyorum. Kızın maviye çalan gözleri değil de burnundaki fosilleşmiş sivilce dikkatimi çekiyor. Kızın parlak kızıl saçları değil de burun deliğinden pörtlemiş üç beş kıl dikkatimi çekiyor.

Güzelliği değil de pisliği arayıp buluyorum insan suratının ayrıntılarında!

Aç karnına midemi bulandırıyor, bulandırıyor ve bulandırıyorum. Kızın da aç olabileceğini düşünüp ağız kokusunu hissetmeye çalışıyorum. Kendimden geçiyorum bu olası kokuyla.
Ben kıza bakıyorum, kız önündeki deftere bakıyor. Defter benim. İçindeki zırvalıklar da bana ait. Ve kız, bu yazdığımın da birazdan aralarına katılacağı zırvalıklardan birini okuyor. Mimiklerinde ilgilenir bir hava var. Kalkıp inen kaşlar, büzülen dudaklar gibi şeyler.
Ve ben bu yazdığımı ona okutmak istemiyorum. Zira kızın yanıma oturur oturmaz salgıladığı bok kokusundan bahsedeceğim. Kokuyu bastırmak için doz aşırı kullandığı çiçek özlü iğrenç parfümünden de bahsedeceğim. Kendi çapımca kendi cümlelerimde alay edeceğim bu sırık gibi kızla. Şahsi bir nedeni yok. Sadece sıkıntıdan. Uykusuzluktan. İstemediğim bir yerde oluşumdan.
Ve “acaba” diyorum kendi kendime, “makyajına büyük bir titizlik gösteren bu kızdan bok kokusu niye geliyor?” Belki de koku benden geliyordur. Ama sanmam. Üzerime de alınmam yani. Geçenlerde ateist olduğunu falan söylemişti bana. Babası da ateistmiş. Bunları gerinerek söylüyordu. Marifetmiş gibi. Her neyse… Bu bok kokusu da kesin tanrının lanetidir! Tanrı kızı bi ara lanetlemiş olabilir. Bu çürük yumurtayı andıran kokuyu da ibret olsun diye yaymıştır vücuduna. Kim bilir? Ya da her ne boksa! Boksa da bok anasını satayım!

Şu andan beş dakika önce tuvaletteydim. Paçama sıçratmadan işemeye çalışıyordum. Şu andan yarım saat önce fizik dersindeydim. Tahtaya bakıyordum. Ama sadece bakıyordum. Patates kafalı, kaypak suratlı güdük fizikçinin formülleri umurumda değildi. Sadece bakıyordum.
En ön sırada oturuyorum. Miyop olduğum ve gözlük kullanmayı sevmediğim için 1.85’lik boyumla mal gibi en önde, yanımdaki kızla birlikte sırık sırık oturuyorum. Kafayı mayasa koyup uyumam fizikçinin hoşuna gitmez, biliyorum. Fakat önemsemiyorum hoşnutsuzluğunu. Bana söyleyeceği herhangi bir şeyin tadımı kaçırmamasını önemsiyorum yalnızca.

Sadece bir buçuk saat uyudum. Yirmi iki saatten fazladır uyanığım. Şimdi de dershanede ders dinliyorum(!)
Uykuluyken her ses ninni gibi geliyor. Tahtaya bakıp kâbus görebiliyorum. Ara sıra irkiliyorum. Çok garip!
Masanın üstüne çıkıp bütün sınıfa işemek istiyorum! Sonra da gülmek ve ardından iyi bir uyku çekmek!

Okumayı bitiriyor kız. Defteri bana uzatıp “yazdıkların fena değil, ama çok argo olmuş” diyor. “sen argo görmemişsin yarağım!” diyorum içimden. Ama bu söylem, “çok küfür yok ama neyse, teşekkürler” diye yansıyor kızın ibretlik suratına doğru.

13 Eylül 2009 Pazar

bazen,
mırın kırın edecek lüksünüz olmadığını anladığınızda
aslında,
küçük hayatınız için lüks sayılabilicek
diğer birçok şeyden de mahrum kalacağınız gerçeğini anlamış olursunuz
çünkü,
bilirsiniz ki dünya sizden daha şımarık bir nesil için dönmeye devam ederken
siz,
bir beslemeden farksızsınızdır

11 Eylül 2009 Cuma

Return of Bedbaht

Pencere kenarında oturmuştuk
O önümdeki sıradaydı
Yemekhanede bir şeyler zıkkımlanmış,
Arka bahçede sigarayla ciğerlerimize halay çektirmiştik
Sonrasında da biraz ısınabilmek için
Pervazlarından soğuk hava üfleyen pencerenin yanına
Sırf kalorifer peteklerine daha yakın olabilmek için oturmuştuk
Uğur önümdeydi,
Ellerini kalorifere yapıştırmış ısınmaya çalışırken
Siyah kablolarla kulağına akan bir müziği dinliyordu
Kafasını pencereye çevirmişti
Her ne kadar dışarıyı seyrediyor gibi görünse de gözlerinin gördüğü şey
Karla kaplı bir cadde ve inşaatlar, inşaatlar ve inşaatlar değildi!
Caddede zincirleme bir kaza olsa göz ucuyla bakamayacak kadar başka bir yerdeydi
Karanlık vardı zihninde
Sigarayla hücrelerini katlettiği bir beynin küçük bir yerinde sıkışmış bir labirentteydi
Özürlü bir labirent faresi olarak peynirini arıyordu
Ben kafamı önüme çekmiştim
Ara ara uğura sol yanından bakıyordum
Sonra titreyen parmaklarıma bakıyordum
Patlıcandan daha mor görünen tırnaklarıma bakıyordum
Yumruğumu sıkınca birkaç saniyeliğine kızaran ve yeniden moraran tırnaklarım vardı
Harbiden üşüyordum!
Uğur’a bakıyordum; kızarmış burnu ve kulakları vardı
O da üşüyordu muhakkak; ama farkında bile değildi
Sol tarafımda, benden, bizden bağımsız akan bir sınıf vardı
Kütürdeyen bir boyunla o tarafa döndüğümde
İçinde kahkaha patlatılan ağızlar görüyordum, dişlerini sergileyen
Rengi cıvıklaşmış göz bebekleri görüyordum
Görmek istemiyordum
Görüyordum!
Ve ben üşümek de istemiyordum ama üşüyordum
Uğur’un kendi karanlığında, çarptığı labirent duvarları vardı
Delikli peynirinin ekşi kokusu vardı
Yol tarifleri en az yemek tarifleri kadar işe yaramazdı
Çarparak öğrenebilirdik ancak
Patlayan bir kaş veya çiçek açan bir alınla
Karşımızda bir duvar olduğunu tüm gerçekliğiyle öğrenmiştik
Tüyolara gerek yoktu
Herkesin labirenti kendineydi
Ve ruhumuzla bedenimiz ittifak kuramadığı için karmaşık bir acı çekiyorduk
Ellerim ayaklarım morarırken,
Ruhum köz üstünden uzun bir yol yürüyordu
Sürünüyordu hatta
Ama tırnaklarım… Onlar hala mosmordu!
Uğur hala dışarıyı seyrediyordu(!)
İntihara sürüklerken intihardan alıkoyan müzikler akıyordu
Bazen tek kulaklığı ondan alıp ben de dinliyordum
Aynı sözler, aynı müzikler…
Başka başka yerlerde açtırabiliyordu gözlerimizi
Ve kimi zaman aynı yerde iki fareden farksızdık
Bedbaht fareler!
Uğur’un lakaptan dayısıydım
“dayı” derdi, “ben ne bedbaht bir adamım yav!”
Bu lafı her söylediğinde gülerdim, gülerdik
Kusarak çıkardığımız acı bir gülüştü, duman aralarında
Ve Uğur, giderek ısı kaybeden kaloriferi elleriyle hala taciz ediyordu
Kulaklıklarından taşan cızırtıları anlamaya çalıyordum
Beraber dinlemek için yine isteyebilirdim tekini;
Ama gittiği yerden onu çağırmam ayıp olurdu
Çarpmaktan sıkılınca dönmeliydi
Ya da delikli peynirini bulamayacağını anlayınca
Ya da yırtınarak bulduğu peynirin her deliğini yeşil küflerin doldurduğunu görünce
Ama dönerdi bir şekilde
Dönmeliydik çünkü
İki kat giydiğimiz çoraba rağmen ayak tabanlarımızı deşen
Oradan dizlerimize, dizlerimizden kıç kemiğimize fırlayan
Ve belden aşağımızı felç eden soğuğa rağmen dönmeliydik
İçtiğimiz sigaraların dandikliğine rağmen
Yaşadığımız hayatın etiketinde “made in china” yazmasına rağmen
Kanserlere rağmen, trafik kazalarına rağmen, sevgisizliğe rağmen
Havai fişeklere rağmen, dakikalara ve saniyelere rağmen
Solmuş tişörtlere ve her geçen gün daha da bollaşan pantolonlara rağmen
Hep acı gülüşler atıyor olmamıza rağmen
Acı ve yarım kalan gülüşler
Yarım kalan düşler gibi
Hayal kurmayı unutan hayalperestler gibi
Bakıp da göremeyişimiz
Görüp de anlayamayışımız
Anlasak bile elimizden bir bok gelemeyeceğini bilmemiz
Bir bok gelse bile atacak yer bulamadığımız için bok kokmamız!
Her şeye ve herkese rağmen dönmeliydik
Çünkü
Dünya bize rağmen hala dönebiliyorsa
Biz de ona rağmen dönmeliydik!

10 Eylül 2009 Perşembe

dinlere saygılı dinsiz kişilik: Oruçlu musun? sigara içicem de.
dinine saygılı iradesiz kişilik: Hayır, hap kullandığım için tutamıyorum maalesef.
dinlere saygılı dinsiz kişilik: Geçmiş olsun, ne hapı?
dinine saygılı iradesiz kişilik: Doğum kontrol hapı
dinlere saygılı dinsiz kişilik: Hıı, çok geçmiş olsun...
dinine saygılı iradesiz kişilik: Evet, geçti zaten.
dinlere saygılı dinsiz kişilik: NE güzel, ne güzel!
dinine saygılı iradesiz kişilik: Ayy, çok sağ oool!

7 Eylül 2009 Pazartesi

geçmişten kaçan sahne

Çocukluğumun sağanak yağışlı günlerinden biriydi
Çocukluğum diyorum, çünkü yağmurların, altında ıslanmamız için yağdığını
Anlayamayacağım bir yaştaydım
Ve eski evimizin küçük mutfağındaydım
Aslında ne ev bizimdi ne de o küçük mutfak
Herkesin “hacı” dediği, sağ gözü patlak biri ihtiyarın evinde yaşıyorduk
Yaşadığımız müddetçe de cüzi bir miktar ödüyorduk ihtiyara
Kiralık evin, kiralık mutfağının kiralık penceresinden sarkmıştım
Gökyüzünde yalnızca yağmur vardı
Köstebekler tarafından talan edilmiş gibi duran delik deşik sokaktaysa
Bir çocuk
Kafasını gökyüzüne kaldırmıştı
Ağzını açmış, gözünü yummuştu
Ve diliyle damlaları yakalamaya çalışıyordu
“ne yapıyorsun?” diye sordum
“Allah’ın çişini içiyorum” dedi
“ne, Allah’ın çişi mi?” Bu çocuk kafayı yemiş olmalıydı.
“he ya! Bilmiyor musun Allah dünyaya işiyor. Yağmur çiştir” dedi
Bir şey diyemedim çocuğa
Haklı olabilirdi çünkü
Tüm doğa sistemlerini kendi mantığıyla çözmüş bir sokak çocuğuydu kendisi
“siz sabahları peynir yer misiniz?” diye sordu
“evet, yeriz”
“peki, ya zeytin?”
“evet, zeytin de yeriz”
Biraz duraksadı, kafasını önüne eğdi
“bana biraz peynir atsana” dedi, “Allah’ın çişi de doyurmuyor”
Dolaptan bir parça örüklü peynir çıkarıp attım
Tutamayıp su birikintisine düşürdü
Hemen yerden alıp ağzına attı
“zeytin de versene biraz”
Çocuğun her attığımı tereddüt etmeden yemesi hoşuma gitmişti
“tamam” dedim
Dolaptan iki tane zeytin çıkardım
Tutamasın diye de hızla yere attım
Ama çocuk aldırış etmeden, zeytinleri de toplayıp yuttu
“ekmek?” dedi, “hele bir parça ekmek ver”
Ekmek sepetindeki dünden kalmış ekmekten bir parça kopartıp attım
Bu kez havada kaptı ekmeği
Onu da tek lokmada yedi
“domates?” dedi
Şimdi de domates istiyordu
Atacaktım, hem de sokağın başına doğru
Yağmurun altında oraya kadar yürüyüp
Domatesi tek lokmada yemesini izleyecektim
Ama dolapta domates yoktu
“domates yok, babam yarın alacak” dedim
“yarın gelirsem verir misin?”
“veririm” dedim
“tamam” dedi
Sokağın sonuna doğru yürümeye başladı
Ve gitti
Ben de pencereyi kapatıp içeri geçtim

İşte film burada kopuyor
Daha dünmüş gibi canlı canlı hatırladığım
Bu beş dakkadan öncesi veya sonrası kaybolmuş zihnimde
Düşünüyorum, düşünüyorum
Düşünürken yazıyorum da aynı zamanda
Ama yok!
Ne öncesi ne sonrası
Sonra “böyle mi bitmeli?” diye soruyorum kendime
Ve bitiriyorum

2 Eylül 2009 Çarşamba

beklerken ekildim; o halde yeşermeyi de beklerim

Bu kez kendime çok ciddi sözler veriyorum. “hayır” diyorum, “ne yaparsa yapsın kızmalıyım ona”
Çünkü bu bekleyiş halinde kendime çok kızmıştım. Onunla görüşünce atacağı her türlü yalana kendimi hazırlamalı, en mantıklı karşılıkları vermeliyim. Ağzından çıkacak tüm lafları birikmiş hiddetimle suratına gömmeyi bile düşünüyorum. “gülme lan!” diye bağırırım belki. Zira; biliyorum ki o asıl duygularını bastırmak için gülme efektini kullanıyor. Hele ki ben sinirden köpürürken eliyle ağzını kapatıp, diğer eliyle karnını tutup sancılı sancılı gülmesi beni salak yerine koyması demektir!
Evet, evet; bu kez affetmeyeceğim. “canım, cicim” ayaklarına yatsa bile ona acımamam lazım. Hep böyle gidecek değil ya? Bu kaçıncı oldu. Hep aynı şekilde salak durumuna düşüyorum. Kendimi, onu beklerken anırmayı da ihmal etmeyen gri bir eşek gibi hissediyorum artık. Bir de yalan atması yok mu? Ulan sanki karşısında koca bir eşek var! Tamam, ben öyle olduğumu hissediyorum; ama bu durum da tamamen onun yalanları yüzünden. Yalan attığını adım gibi biliyorum; fakat gülümsemesi, defalarca özür dilemesi, sinirden kudurmuş beni hayli uyuşturuyor. Unutuveriyorum bu umursamaz tavırları, attığı bin bir çeşit yalan eski önemini kaybediyor yanımda.
“ Bir şey olmaz, canım” diyorum ona. Sesimi biraz yükseltirsem surat asar diye korkuyorum bu kez. Surat asarsa da asıl suçlu benmişim gibi özür dilemeye başlıyorum. Böyle durumlar birkaç kez olmadı değil. Sonra onun beni affetmesi için kurduğum onca cümle, uyumak için yatağa girdiğimde sabaha kadar beynimi düzüyor. Hesap soruyorum kendime. Uyku tutmuyor, dönüp duruyorum yatakta. Sabaha kadar içtiğim sigaranın hesabını unutuyorum. Ben ki gün içinde içtiğim her sigarayı sayan bir adamım. Lakin öyle gecelerde saymayı bırakıp rahatlamaya çalışıyorum. Ama bir işe yarıyor mu? Yok! İçtiğim sigaraların öksürükleri ve bütün günümü mahvedecek uykusuzluk yanıma kâr kalıyor anasını satayım!
Şu an bunları yazarken bir yandan da kendime soruyorum: “ bu haksız döngünün farkındaysam hala neden aynı döngünün içinde eziliyorum?” diye
Bu soruya adam akıllı bir cevap bulabilmiş değilim. Ama bazı tahminlerim de yok değil. Belki beni art arda üç kez ekmesi, telefonlarıma cevap vermemesi, üstüne üstlük hiçbir şey yokmuş gibi rahat tavırları onu benim gözümde “ulaşılmaz” hale getirmiştir. Böylece bu “ulaşılmaz varlık” benden özür dileyince - yalandan bile olsa – affetmek zorunda kalıyorum. Kul-tanrı ilişkisi gibi bir şey. Mesela bir kul asla tanrısında şikâyetçi olamaz. Tanrısı ona nasıl bir parmak atarsa atsın boynu kıldan incedir değil mi?
Üzülerek ve kendime küfürler ederek söylüyorum ki o benim merhametsiz tanrım olmuş durumda. Ben ise onun bir boka yaramaz kuluyum.
LANET OLSUN!
Bu gerçeğin farkına varmak beni daha çok sinirlendirdi. Kendimden tiksiniyorum şu anda. Bir ayrım yapmanın da zamanı geldi sanırım. Ortada büyümekte olan bir öfke söz konusu. Peki, ben ona mı kızıyorum, yoksa kendime mi?
İki sorunun da cevabı aynı gerçeklikte “evet!“. Nedenini şöyle açıklayabilirim:
Evet, ona kızıyorum; çünkü beni ekti ve izin verirsem çekinmeden salak yerine koyar.
Ve evet, kendime kızıyorum; çünkü yalancı olduğunu bile bile ona inanıyorum. İnanmak zorundayım sanki! O olmazsa ve ona inanmazsam hayatımın bir anlamı kalmayacak gibi. Bu içgüdüsel bir duygu mu acaba? İnsanoğlunun doğasında var sanırım; her insan yaşamına bir anlam katmak için bir “ulaşılmaz” yaratır. Ne kadar boktan olursa olsun bir “ulaşılmaz” ona yeter. Ve kendi yarattığı bu duyguya tapmaya başlar. Eğer böyle bir tepe noktası belirleyecek kadar aptal değilse yaşamak için bir nedeni de yoktur.
Aslında bu son yazdığım “ulaşılmaza mecburiyet” savından sonra biraz rahatladım gibi. Yaşamak istiyorsam – ki bence bu haklı bir neden- bir ulaşılmazın olması şart.
Hayır hayır! Biraz düşününce yine sinirleniyorum. Bu kez kızgınlığım kendime değil. En azında sadece kendime değil. Tüm insanoğluna!! Böyle saçma sapan içgüdülere sahip olduğumuz için öfkeliyim. Yaşamayı anlamlı bir hale getirmek için kendi gömdüğümüz hazineleri aramak zorundayız!
Bu tip tuhaf davranışların nasıl oluştuğunu düşünüyorum şu an. Kabul etmek gerekir ki hayat, okuma yazma bilmeden katıldığımız bir matematik sınavıdır. Önümüzdeki sınav kağıdını doldurmak için okuma yazma bilmenin gerekli olmadığını da çok sonraları, iş işten geçtikten sonra anlıyoruz. Mutlak irademizle yapılandırdığımız bir yaşam değil bu! Satranç tahtasındaki piyonlar gibiyiz bazen. Kurallarını belirleyemediğimiz, hatta bilmediğimiz iğrenç, sıkıcı bir oyunda yaşlanıyoruz. Kıt koşullar altında “yaşanılabilir” bir hayat sürmek için iyi bir piyon olup şah’a ulaşmaya çalışıyoruz. Ve ben burada sabit şah mertebesindeki bir taştan bahsetmiyorum. İzafi bir taş; kimine göre piyon, kimine göre at, kimine göre kale vesaire. İşte bana göre de şah! Belki ben de başkalarına göre şahımdır. Göreceli bir etkileşim var ortada, sonu gelecek gibi görünmeyen bir döngü…
Buna akıl sır erdiremiyorum. Bu satranç tahtasının kırılıp sobaya atılması şart! Fakat ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Kimileri her ne kadar kabul etmese de acınası bir çaresizlik içinde debeleniyoruz.
Baksanıza konu nerden nereye geldi. Her neyse…
Asıl meseleye dönecek olursam; beklerken ekildim, o halde yeşermeyi beklerim!

29 Ağustos 2009 Cumartesi

...

biri bizi karşısına çekip
basmıştı ana küfürünü!
o küfürün sonrasında doğmuştuk işte
bizden ne beklenebilirdi ki böyle olunca
ağız dolusu okkalı küfürler yığınıydık
ve avuç dolusu meniydik sadece
elimizden daha başka ne gelirdi ki böyle olunca
bir anlık sinirdik biz
ve bir anlıktı tüm yaşantımız

28 Ağustos 2009 Cuma

iyi aile çocuğu

Bir yıl önce bu zamanlardı sanırım
Yirmi yıldır yineledikleri sonu gelmez kavgalardan yorulmuşlardı artık
Yapacak başka bir şey kalmamıştı
Tüm hakaretler, küfürler, küskünlükler anlamını yitirmişti
Ve “boşanın!” demiştim onlara,
“baksanıza” demiştim, “sona geldiniz. Kavgalar bile işe yaramıyor”
Evet, ne kavgalar ne barışmalar işe yarar olmuştu
Nefes nefese kalmışlardı
Ben de yorulmuştum dinlemekten ve
Kendimi dinletmeye çalışmaktan
Kimse dinlemiyor ve hiçbir şey düzelmiyordu aslında
Sadece daha çok yıpranıyorduk olan bitenlerle
Yenilen yemeklerin tadı kaçmıştı
Beraber yemek de yenilmiyordu artık
Huzur yoktu!
Çünkü biz ve özellikler onlar düzeltmeye çalışıyorduk koca bir geçmişi
Bilmiyorduk, geçmişin hep geçmiş olarak kalacağını
Geçmiş olarak hep acı vereceğini
Geçmişi kurtarmaya çalışmaktı her şeyi bok eden
Oysa geçmiş yapacağını yapmış ve siktir olup gitmişti aramızdan
Evet, aramızdan geçmişti
Biz konuşurken, yemek yerken, kavga ederken,
Küfürler atarken birbirimize, rafları silerken, halıları silkelerken,
Yemeğin tuzunu unuturken ve düzeltmeye çalışırken eksikleri
Belki hataydı yirmi yıl öncesi, kiralık bir damatlık ve gelinlik,
Zorla güldükleri fotoğraf pozları, bütün gece çekilen halay
Hataydı belki de.
Olmamalıydı, ama olmuştu
Ben olmuştum, ben koca bir hataydım
Benden dört yıl sonra doğan kız kardeşim,
Ondan dört yıl sonra doğan erkek kardeşim
Evet, hepsi birer hataydı.
Ama en büyük hata bendim
Salakça süren bir evliliğin yıllarca sürmesi benim suçumdu
Benim doğmuş olmamdı
Benim yüzümden ayrılamamalarıydı
Ve artık dayanamayıp “boşanın!” demiştim
Boşanmadılar!
Neden bilmiyorum
Böyle kalmak daha kolay gelmişti
Ayrılıp da ne yapacaklardı
Annem, felçli ninemle yaşamaya başlardı baba yadigârı toprak evlerinde
Babam başka bir karı bulurdu sırf yalnız kalmamak için
Eve gelince yemek bulabilmek için
Kardeşlerim… Bilmiyorum onlara ne olacağını
Hepsi ayrı bir yerde kalırdı
Ben giderdim
Neresi olur bilmeden, sadece giderdim
Arkamı düşünmeden, kardeşlerimi düşünmeden, annemi düşünmeden
Babamı düşünmezdim, düşünmeme gerek yoktu
Bir işi vardı, annemin ardından diz boyu dedikodular yapacak
Babaannem ve halam vardı ona bakabilecek
Sırtı yere gelmezdi
Hem yeni bir kadın her şeyi unuttururdu

Çok zordu!
Bütün bunlar çok zordu
Olamazdı, annem dönemezdi evine
Konu komşu ne derdi acaba
Felçli ninem hatırlar mıydı acaba onu? Bunamıştı kadın
Kardeşlerim yapamazdı, başka bir evde,
Başka bir kadınla yaşamaları çok zordu
Kardeşlerimin bunalımları babamı alakadar etmezdi
O yine işe gider, eve gelince elinde ekmek olurdu
Onun açısından devam ederdi
Evet, her türlü devam ederdi
Ben kendi umurumda bile değildim
Bi boklar olurdu bana da, bilmiyorum

Ve o büyük yorgunluktan sonra aradan bir yıl geçti
Hala aynı evdeyiz, herkes için aynı yemek pişiyor evde
Ne var ki ben yapamıyorum!
İzin vermiyorlar çünkü
Tek sorun benmişim gibi davranmaları,
Bu küçük ailenin tek çözüm yolu benmişim gibi davranmaları devam ediyor
Dinlendiler, sustular ve aynı şekilde gidiyor
Susuyorum sadece,
Bir yere kadar susuyorum
Sonra ben de patlıyorum
“yeter!” diyorum, diyorum ve diyorum
Ama yetmiyor, bardaklar hala taşıyor,
Son damlalar da hep ben oluyorum
Susmam taşırıyor her şeyi
Bağırmam da taşırıyor
Çünkü istedikleri gibi biri değilim hala
Kendi listelerindeki kuralların yanına tik atamıyorlar benim yüzümden
İşte bu onları kızdırıyor
Kızdırmaya da devam eder
Çünkü kalıplarına sığamam
Ya da kalıplar büyük gelir
Uymaz hiçbiri, uysa bile kabul edemem!

Çünkü
Tek sorun benim hala
Nereye kadar gider bilmiyorum
Ama sürecek her türlü kavga
Nereye kadar bilmiyorum
Neyin kimin gelmesiyle son bulur bilmiyorum
Ya da hangimizin gitmesi çözer tüm yanılgıyı
Tek sorun benim
Hala benim
Bakın, yine benim!

ölümüne sikiş

Onların,
O kara derili insanların
Sevmek için asla uzun zamanları olmayacak
Bir aşk uğruna acı çekemeyecekler
Veya daha elverişli duygulara sahip olamayacaklar
Bir insan olarak yaşayamayacaklar
Çok kısa zamanları olduklarının farkındalar
Bu siktiğim dünyada
Hepimizin yaşadığı
Hepimizin yaşamaya çalıştığı aynı dünyada bizden farklı olarak
Onlar sadece ölümü bekleyecekler
En saf, en yoğun duyguları “ölüm” olacak
Ölümü bekleyen bir insanın ölmeden önce yapmak isteyeceği
Bütün dünyevi eylemler onların çamurda yuvarlanan hayatlarında
Lüks, hatta lüksün lüksü, hatta ve hatta lüksün lüksünün lüksü durumunda
Onlar için,
Amipsiz, dizanterisiz, kurtçuksuz, temiz berrak bir damla su içmek bile
Uç noktalarda bir dilekken
Ölmeden önce izlenmesi gereken kült filmler
Görülmesi gereken dünya harikaları
Gezilmesi gereken turizm şehirleri
Ne denli imkânsızdır anlayın artık

Defalarca ölecekler
Bedenleri eriyecek ta ki
Biyolojik olarak tam olarak ölene kadar
Ve siz ve biz
Hastalıklı bedenlerindeki kaburgaları aşağıdan yukarı
Yukarıdan aşağı
Sayıp duracağız!
Çünkü onların kanlarında,
Orospu çocuğu İngilterenin
Orospu çocuğu Fransanın
Orospu çocuğu amerikanın
Orospu çocuğu burjuvasına daha çok elmas
Daha çok altın daha çok petrol sunabilmek için
Yine aynı orospu çocuklarının zerk ettiği HIV virüsü dolaşıyor!
Babadan anneye
Anneden çocuğa
Çocuktan başka soylara akan bir virüs!
Her cinsel birleşme beraberinde ölümü taşıyacak içlerine
Çünkü onların bataklıklar üzerine kurdukları tek odalı evlerinde
Yapabilecekleri en iyi şey sevişmek
Yemek içmek değil
Sevişmek!

Bu hastalığın kemirdiği bir kadın görmüştüm
Bir televizyon belgeselinde
Yürüyemeyecek kadar incelmiş kemikleriyle
Kanlı, iltihaplı yaralarla bezenmiş vücuduyla
Sönmüş bir balonu andıran göğüsleriyle
Ölümü beklerken tek isteği,
Kanında aynı hastalığı taşıyan sekiz yaşındaki çocuğu için
Daha iyi bir gelecek!
Daha mutlu ve umutla dolu bir gelecek!
Olmayacak şeyler
Olamayacak şeyler
O küçük çocuk da ondan önce ölmüş birçok arkadaşı gibi
Ölecek! İşte bu kadar açık ve net
Çünkü dünyayı sağmaya devam edecek büyük güçler(!)
Böyle olmasını istiyor
Böyle olmalı ki dünyada pay sahibi olan kimse kalmasın
Kendilerinden başka
Pastanın büyük dilimi…
Büyük balığın küçük balığın ırzına geçmesi…

Kötüyüm, kötüsün, kötü…
Bildiğiniz diğer şahıs ekleriyle de “kötü” kötüdür!
Çünkü öldüler, ölüyorlar ve
Ölecekler
Bizden önce veya sonra
Tek fark kurban olmaları
Adi dünyanın adi kurbanları!

İşte şimdi biri daha öldü
Şimdi de
Şimdi de
Ve şimdi
Ve biraz sonra
Bizden önce veya sonra

“duygu sömürüsü” yaptığımı düşünebilirsiniz
Evet, kesinlikle haklısınız!
Toprakları sömürülen milyonlarca insan için
Ben de sizin duygularınızı sömürüyorum!
“Duygusal kabızlık” çeken benim gibi bir angutun
Kırk yılda bir böyle bir sömürüye girişmesi
Kimseye batmasın!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

"yanlızlık ya da yalnızlık, her türlü benimle"

(unknown?)

25 Ağustos 2009 Salı

alfabemizde 28 harf kaldı; o çoktan öldü

Siz iyisi mi o’nu siktir edin!
Ruhu bile duymaz o’nun
Salağın tekidir gerçekten
Aptalın en önde gideni, bayrak taşıyanı, kendini taşlayanı
Kendiyle taşak geçeni hatta!
O, sevmeyi bilmez, sevilmeyi de beceremez
Küçük şirinliklerle sevdiremez kendini,
O, aşktan da anlamaz, kafası basmaz bu tür alengirli işlere
Diyorum ya, salağın tekidir o!
Mutluluk mu?
Yanından bile geçemez
Mutluluğu görse tanıyamaz, anlayamaz, yaşayamaz
Ruhu yetmez tüm bunlar için
Acı çektiğini bilirim sadece
Bana anlatır durur tüm bu ilkokul zırvalıklarını
Evet ilkokul!
Geçmişinden bahseder sürekli
Çok özlemişmiş öncesini
İnsan olmadığının henüz farkına varmadığı eski bir zamanı anlatır durur
Birkaç yıl öncesi der, çok değil birkaç yıl öncesi
Belki beş belki altı, bilmiyorum işte
Mastürbasyon yaptıktan sonra, kendini aile reisi gibi hissettiği eski günlermiş
Üç saniyeliğine göz göze geldiği her kıza âşık olabildiği günlermiş
Utanıp sıkılmadan ailesiyle aynı odayı paylaştığı günlermiş
Aldığı, aslında öğretmenlerin verdiği kötü notlarına ağladığı günlermiş
Ağlayabildiği günlermiş, annesinin yanında ağlayabildiği günlermiş
Babasının yanında, babasından dayak yedikten sonra,
Kardeşi hastalanıp yataklara düştüğü zaman, serumlarına bakıp ağladığı günlermiş
Bayram sabahları ailece erken kalktıkları günlermiş
Gülebildikleri günlermiş
Miş miş miş miş
Siktiğim bir miş’tir gidiyor!
Diyorum ya, ruhu kartlaşmış bir bebektir o!
Kafasına saksı mı düşmüş neymiş, o zaman başlamış her bok
O bok der tüm olan bitenler için
Kendi için, sokak için, bina için, yazılanlar ve konuşulanlar için
Diyorum ya, su katılmamış bir şapşaldır o!
İnsan hiç kendine bok der mi?
Ben demem şahsen
Kendine küfür atan birinin hayattan ne beklentisi olabilir ki
Hayır, hayır
Sırf kendini aşağıladığı için söylemiyorum bunu
Anlattığı çok şey var
Başka anlatacak yokmuş gibi gelip kafamı şişler
Beynimi deşer
Belki de yoktur anlatacak
Belki de anlatılacak kadar somut değildir
Cümleler eksik kalıyordur belki; olabilir
Çünkü geçenlerde böyle bi şeyler de zırvalamıştı
Müzik dinliyorduk
Düşünüyordu yine
O düşünürken ben o’nu dinliyordum
Konuşamıyorum diyordu, kızıyordu bunun için kendine
Bana bile küfür atar oldu
Çok mızmızlanıyormuşum, adam akıllı dinlemiyor muşum o’nu
Bir gün çekip gidersem, biliyorum ki sik gibi kalır ortada
Pencereden atlar, otobüslerin altına atlar, ekmek bıçağıyla bileklerini keser
Yok, hayır, haplarla intihar edemez; ilaç alacak parası yok züğürttün
Gerçi pek intiharı düşünmüyor, anlam veremediğim
-ki bence o bile anlam veremiyor
Bir mücadeleden bahsediyor sürekli
Ama neyse, ondan her şey beklenir, ölmüş bile olabilir şu sıralar
Pek konuşmuyor benimle de, yemek yemiyor, su içmiyor,
Nefes desen, ara ara göğsü inip kalkıyor ya hala nefes alıyordur
Herkesin en son vazgeçeceği şey nefestir!
Evet, evet bunu da o söylemişti; böyle tuhaf, salakça cümleler kurmayı seviyor
Kafasında kuruyor her şeyi
Diyorum ya, sünger beyinli bir ruh hastasıdır o!
Ruhu, bir kamyon dolusu kamyoncu tarafından tecavüze uğramış sanki
Sırayla, sonra beraber grup olarak gidip gelen kamyoncular içinde
Ruhunda derin bir boşluk bırakmışlar sanki
Dolmayan bir boşluk, karanlık bazen, yankı yapmayan bir boşluk
Etten değil, duvardan değil
Ben de bilmiyorum ne olduğunu
Bir boşlukmuş her şey
Gittikçe genişleyen bir boşluk
Tüm geçmişini içine emen bir boşluk
Kendini sindiren bir boşluk
Falan feşmekân!
Anlayamıyorum bu şifreli laflarını
Artık yardım da edemiyorum o’na
Önceden hallederdik aramızda
Anlaşırdık uykuya dalmadan önce
Ama artık yok; dinlemiyor bile beni
Ben de uğraşmak istemiyorum artık
Yeterince dokundum o’na, yeterince
Kimsenin tahammül edemeyeceği kadar dinledim o’nun o boktan sızlanmalarını
Anlamadım kimi zaman, ama anlamış gibi yaptım yalnız hissetmesin diye
Buna rağmen, “mutlak bir yalnızlık” der durur
Beni bile reddeder oldu!
Diyorum ya, kıymet bilmez ibnenin tekidir o!
Diyorum ya, ayrıntıları kendine sokan fetişisttin tekidir o!
O kadar çok şey var ki, düşünmemesi gereken
Bir kafa dolusu gereksiz düşünce istiflemiş aklının çatı katına
Geri dönüşümü olmayan çöplerle doldurmuş kendini
Kokuşmuş,
Ve korkutup kaçırmış etrafında kim varsa
Kim ister ki, geçtiği sokaklara çöp suyu akıtan bir çöp arabasını
Diyorum ya, çöp evinde yaşayan tımarhanelik ihtiyarın tekidir o!
Sevmiş, acı çekmiş
Gülememiş doğru dürüst, ağlayamamış bile
Korkmuş, dağa kaçmış
Yanmış sönmüş kül olmuş
Balta kesmiş, inek sikmiş
Çobanlar ardına vermiş
Çobanların hepsi, okuma-yazma bile bilmeden üniversite kazanmış
Mış mış mış…
Mışıl mışıl uyumak istiyor sonsuza kadar
Sonu olmayan bir zaman dilimi içinde
Ama gözlerini hiç açmamak üzere kapatmadan önce
Kuruluklarını gidermek için ağlamak istiyor
Birazcık sadece, yağlamak için göz kapaklarını
Yağlamak için ruhunu

Ama boş verin,
Siz iyisi mi o’nu siktir edin!
Kendi çöplüğünde bırakın o'nu
Diyorum ya, eski bir zamanda ölmüş zombinin tekidir o!

-yeni zeytin beldesi-

ben farkında değildim
bi damar bulmuş gibiydim
ve akıyordum içinde

ama hala
korkuyorum dışarı çıkmaktan
yanımda biri olması gerekiyor
konuşup yolun, kaldırımın, insanların farkına varmadan yürüyebileceğim biri
tiksiniyorum kendimden
insan olduğum için
belki de kendimden tiksindiğim için insanım
ne neyin sebebi bilmiyorum
çünkü tek bir bedene sahibim
mutlak varlık değilim
kendimi varlıkların ötesinden göremiyorum
tek bildiğim tiksindiğim
kendimden insanlardan
her hareketleri, her kelimeleri tonlarca küfür gibi
bu yüzden konuşmaktan bile korkuyorum
saçını şekilden şekile sokmuş bi çocuk
vitrinde görsem nefret edeceğim türden kıyafetlerle karşıdan geliyor
elinde telefon
bağıra bağıra konuşuyor
cümleleri duymak istemiyorum
benim duymam için söylemiyor
telefondaki her kimse ona sunuyor marjinalliğini
belki de aynı anda yanından geçen hatunun dikkatini çekmek için
düşünmek istemiyorum bu boktan ayrıntıları
ama hasta beynim düşündürüyor bi şekilde
istesem de istemesem de
insanın düşüncesini kontrol etmesi çok zordur
bunu biliyorum
küçük çocuklar
ki ben onlara ancak velet derim
sokaklar onlarla dolu
on yaşından büyük yok aralarında
büyüklerinden öğrendikleri küfürler
hepsi sik dolu
siklerinin ne işe yaradığını bilmeden attıkları "masumane" küfürler
2 liraya aldıkları plastik toplar
caddenin ortasında oynadıkları futbol
gol pozisyonunda, futbol spikeri edasıyla bağırıp çağırmaları
"arda ceza sahasında, arda şuuuut ve ...."
gibisinden hepsi
kıbrıstan diyarbakırda gelişimin ikinci günü
sigaramın jelatinini atacak bi çöp tenekesi araken kaldırımın tam ortasında uzanmış bi adam
cenin pozisyonunda
elinde kağıtlarla, teneke kutularla doldurduğu bi çuval
kıçı açıkta
yırtık pırtık kumaş pantolonunu biri, o uyurken indirmiş
evet kıçı açıkta
ve ben elimdeki jelatinle yürüken kıçı tam karşımda yerde
o hala uyuyor
ben karşı kaldırıma geçiyorum
ona bakıp gülenler var
ona gülen gençler
aynı cins saç modelli, ellerinde telefonla bağıra bağıra konuşanlardan
sokakta küfür atan veletlerin abileri
kıçı açıkta uyuyan adama gülüyorlar
ben jelatini yere atıyorum
bi çöp tenekesi fazla bu şehre, bu ülkeye, bu dünyaya!
eve gidiyorum
uyuyorum
uyuyorum
tekrar dışarı çıkmamı gerektirecek zamana kadar uyuyorum
uyudukça zaman kısalıyor
ve her uyanışta fark ediyorum ki
acı, katlanarak geliyor!
korku, nefret, mide bulantısı, baş ağrısı
yak bi sigara!
ve izmariti de çöpe değil yere at!
ya da en iyisi elinde söndür

23 Ağustos 2009 Pazar

"kurtulmaya gidemiyorum çünkü çok kirliyim.
tanrım çok kirliyim.
mabetler kirli insanlara da açılmalı.
ah, anlam veremiyorum.
tanrım neden elimi uzatınca ulaşamıyorum sana.
tanrım onlar kiliselerinde kuru yemiş yiyerek emirlerini dinliyorlar.
tanrım oto tamircileri giysilerindeki yağ ile ayine katılıyorlar.
tanrım bu samimiyet beni çıldırtıyor.
hemen sorun yaratmadan tek hamlede ulaşabiliyorlar tanrılarına.
ben mozart dinlerken namaz kılmak istiyorum.
ah tanrım neler gördüm.
şüpheniz sen de gördün ve işittin.
tanrım bu vasıflarından şüphem yok.
tanrım işitenim ve duyanımsın.
tanrım bırakma yakamı.
dinin icapları gereği, eli erkek eline değmemiş bazı kızlar ilk kez bir erkeğe dokunduklarında refleks olarak bayılıyorlar.
sonra tanrım bunlar, kendilerinden nefret edip ölüm orucu tutuyorlar.
tanrım onlara kızamıyorum, sen de beni bağışla.
ah şeytan, sen sperme bile sığıyorsun.
tanrım, dinsel taciz ve protokoller.
tanrım su ruhu temizler mi?
tanrım ganjda arınanlara bilim gülüyor.
tanrım kirimi su ile deterjan ile çıkartamıyorum.
tanrım o duayı verilen sayı kadar okudum, şimdi cennetlik miyim?
tanrım kirliyim...günahkarım.
tanrım üç kulhu bir fatiha.
tanrım kirliyim ve ihtiyacım var sana.
tanrım boşalt cehennemini geliyorum.
korkuyorum.
tanrı kokuda yaşamalı.
korku en çok senden korkmalı.
tanrım rahibelere özgürlük.
tanrım yüreğimdeki cesur korku.
tanrım az önce bulantımın kuyruğu avucumda kaldı.
tanrım hayyama şarap parası.
tanrım nietzcheyi bağışla.
tanrım aç camilerin kapılarını kirli insanlara.
tanrım ben seni küçük bir üzüm çekirdeğinde buldum.
tanrım kurtulmak için süpermeni, müslüman olmak için kaptan kustonun ünlü keşfini bekleyemem.
onlarca insan müslüman olmak için kustoyu bekledi.
heyhaat!
tanrım o çılgınlar seni benden ayırdı.
tanrım yanıyorum bu soğuk cehennemde.
tanrım bir şekilde günaha girmeden geçinmenin yollarını öğret.
tanrım bıktım aynı plağı dinlemekten.
tanrım iç yağı ve keçe.
tanrım dış yağı ve keçi.
tanrım muhammedin eteklerine nakşet.
tanrım al bu kulunu ibret et.
tanrım ayak uyduramıyorum bu çağa.
tanrım kazım da iyi bir insandı.
tanrım hitler ne yaptıysa ülkesi için yaptı.
tanrım fırınlar çiçek bahçesi olsun.
tanrım eyyübden düşen kurtları bana gönder.
tanrım bana yine ağlamasını öğret.
tanrım bir ümit, tek işaret.
tanrım içimdeki fare.
tanrım daha fazla aratma. önüm arkam sağım solum soru.
tanrım daha fazla kanatma.
tanrım her sorunun cevabı olmalı.
tanrım koşar adım gelebilmenin çareleri.
tanrım ebu cehil en büyük öğretmen.
tanrım biliyor musun onu tekmeledim.
tanrım artık saat dokuzu çeyrek geçmiyor.
tanrım bir armuda değer miydi?
tanrım doğmadan evvel hazır olan rızkım?
tanrım makarna yemem gerektiğine karar verilmiş.
tanrım bir yetmiş boyunda elli kilo ağırlığında bir adam nasıl herkese yük oldu?
tanrım herşeyi bırakıp fenerbahçe taraftarı mı olsam?
tanrım kaf dağındaki kuş olsam da sana ulaşsam.
tanrım ayetlerini hep aleyhimde kullanıyorlar.
tanrım biliyorum beni de öldürecekler.
tanrım niçe senin öldüğünü sanıyor.
tanrım gaflet ve delalet.
tanrım turan dursun ikna oldu mu?
tanrım içimdeki cami duvarları.
tanrım seni savunup duruyorlar.
tanrım senin avukata ihtiyacın yok.
tanrım bütün avukatlar sana muhtaç.
tanrım kendi karınlarını doyurmak için senin adına dileniyorlar.
tanrım onları sana havale ediyorum.
tanrım beni tashih et.
tanrım ak bana arındır kirlerimden."

(bülent akyürek)
"çünkü ben seni, senin mutluluğun için sevmeyecek kadar çok seviyorum"

(bülent akyürek)

deneme deneme 1-2-3

komikti, gerçekten!
nerden nasıl tanıştığımı bilmediğim bir kızla karşı karşıya oturmuş konuşuyorduk
kızın hemen arkasında buluşmamızı ayarlayan çöp çatan arkadaşlar dördüncüyü bulamadıkları okeyi döndürüyorlardı.
az evvel dördüncü bendim, üçüncü şu an karşımda oturan kızdı.
şimdi kızın yerini alan arkadaş da kıza vermem için gül almaya gitmişti.
benim gülden haberim yoktu. istememiştim
ama çöp çatan çetesi benim mürvetimi düşünüp gül aldırmışlardı.
gülü alan arkadaş beni aradı, kafeden aşağı indim,
elime tutuşturdu gülü, ne bu dedim, gül dedi ona verirsin
evet okey masasında, simlenip parfümlenmiş gülü kıza verip gölnünü çalacaktım!
harika, gerçekten!

al dedim, teşekkür etti,
bunun için mi aşağı indin diye sordu
hıhım, arkadaşlar sağ olsun dedim
alaycı bi şekilde güldü
çokta tın!

nasıl bir laf etmiş olmalıyım ki şu an bu kızın karşısındayım acaba? diye düşünürken ben
o, eski sevgililerini dövdüğünü anlatıp göz dağı vermeye çalışıyordu
"beni aldattı diye bıçakla yaraladım"
"okulun ortasında sopayla peşine verdim" gibi şeyler
ve iki de bir sigara krizim tuttu diyip sigara istiyordu
ve içiyordu da
ve içine çekmeyi beceremiyordu maalesef
peki dedim kendi kendime
işler elimde olmadan boka sardı
battı balık yan gider, biraz oynayalım!

seni asla bırakmam bana güven, gibi laflar etmeye başladım birden bire
gözleri açıldı, biraz gülümsedi, hoşuna gitti
olmaz dedi naz ayağına
olur dedim inadına
senden hoşlandım, bu sevgiye hatta aşka bile dönüşür bana inan(!) dedim romantik ses tonumla
ama maalesef kızın cümlenin sonundaki parantez arası ünlemden haberi yoktu!
olsaydı, birkaç klişe güzel laf ve sözden sonra "iyi peki deniyelim" demez,
kafeden çıkar çıkmaz koluma yapışmaz,
gittiğimiz parkta kafasını göğsüme yaslayarak oturmaz,
gözlerimin içine bakıp "beni bırakma lütfen" derken avucumu okşamazdı.
ve bunları ilk bir saat içinde yapması da cabası!

bir hafta sürdü her şey!
sürekli aşk ve sevgi ve hasret ve şiir dolu mesajlar atması,
gecenin bir yarısı arayıp "seni çok seviyorum canım" demesi,
"beni seviyor musun?" sorularına,
"hayır, sevmiyorum! bir haftada kim kimi sevmiş ki. daha doğru düzgün tanımıyorum bile birbirimizi" diye cevap vermem
kendi çapında yapmaya çalıştığı kıskançlık atakları
ilgi atakları
14 şubat gibi boktan bir günü,
birlikteliklerinin en özel ve en mecburi günü kabul eden tüm çiftlerin yapabilecekleri her şeyi, ezberlemiş gibi yapması sadece bir hafta sürdü!
kısa, gerçekten!

tam bir hafta sonra "olmaz" dedim,
"türkiyenin öbür ucundaki kuzenimi bile doğru düzgün aramazken ben, seni 7/24 aramamı bekleme benden" dedim
"kuzenin benden daha mı değerli?" dediğinde de, kesin ve net bir şekilde "evet" dedim
"demek öyle? peki ben kuzenimi senden daha üstün konuma koysam hoşuna gider miydi?"
"koyarsın tabi, ne olacak?"
"nasıl böyle dersin, biz sevgiliyiz!"
"henüz birbirini tanımayan bir haftalık sevgilileriz!"
gibi gibi gibi...

bitti işte,
çünkü bitsin istiyordum
çünkü kız gitgide bağlanıyordu ve bunu söylemekten çekinmiyordu
daha kötü ve köklü bir hal almadan bitirmek en iyisiydi.
saçmalık, gerçekten!

arkadaşımı aramıştım, servisteydi
bağrışanların sesinden doğru düzgün konuşamamıştık
yanındaki kızı bi sustur da konuşalım, demiştim
al sen sustur diyip telefonu ona vermişti

"bir ara okula gelirsin tanışırız" demişti kız, telefonu arkadaşa geri vermeden önce
arkadaşlardan alınan gaz, biraz sıkıntıyla karışınca okula gidip tanıştım kızla

sonrası anlattığım gibi işte...
ve saçmalıktı, gerçekten!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

"dün gece güzel bir rüyadaydım yine!"

...ve ancak rüyalar güzel olur seni aptal!
ancak rüyanda görürsün o kusursuz, saf mutluluğu
hesap vermeden, canınla kanınla bedel ödemeden sahip olacağın,
ya da hayatın veresiye defterine,
daha sonra burnundan fitil fitil getirerek ödetecekleri
borçlar olarak yazdırmayacağın güzel bir günü ancak uyurken yaşarsın
ve uyanınca sen, bitmiştir her şey!

binbir gece masalları misali

küçük hikayeler anlat bana,
harikulade olmasınlar
mutlu sonları olmasın
sonları bile olmasa olur
sadece, ben uyuyana dek sürsün bu iyiliğin
uyanınca unutmam iyiliği ve öderim karşılığını
sadece uyumak istiyorum çünkü
küçük hikayeler anlat işte
en gerçeğinden en yalanına doğru gitsin
sonlara doğru yavaşlasın
kısalsın
sonra ben uyurum zaten sen yalanlara geçemeden
yorgunluk uyutur beni
gerçeklerin yorduğu beynim emreder uyumamı
senin bi şey yapman gerekmez
birkaç küçük hikaye yalnızca
ve yalnız kalınca anlam kazananlardan
kim olduğumu boşver sen!
kim olduğunu da!
şimdi başlarsan, çok şey anlatmış olursun ben uyuyana kadar
gözlerim kapalı olur
ama uyanığımdır, artık açamayacağım zamana dek

Bebelere Balon!!!

İnce ve her birinde ayrı ayrı ruj izi olan izmaritlerle doldurduğu kül tablasını temizlerken ben, “slim” paketinden yeni bir sigara çıkardı ve yakmak için benden ateş istedi. Kemerimin altına sıkıştırdığım, üzerinde casino’nun adının yazdığı çakmağı kadına uzattım. Casino’nun kül tablası temizleyen bir çalışanı olarak nezaketen yakmamı bekledi sigarasını; ama yakmadım, kendisi yaksın diye uzattım sadece. Dalgınlığıma gelmişti belki de. Kadın sigarasını yakıp çakmağı bana geri verdikten sonra “ben yakmalıydım herhalde” diye düşündüm. Biraz geç aklıma gelmişti. Çünkü o anda, giydiği çiçekli hamile kıyafetinin altındaki kabarıklığın içinde debelenen bebeği düşünüyordum!
Sonra benden votka-limon istedi. “peki” dedim, “size bi garson çağırıyım, siparişinizi ona verin.” Altı-yedi aylık hamileydi sanırım. Aynı poker masasında yanında oturan, püfür püfür kallavi bir puroyu tüttüren adam umurunda değil. Kendi sigarası da öyle. Ve birazdan gelecek votka-limon da öyle. Ve dolayısıyla o bebek de umurunda değildi! Belki de; kötü giden evliliklerini kurtarmak, milyarder kocasının, metresiyle daha az vakit geçirmesini sağlamak ve kocasını kendine yeniden bağlamak uğruna planlanmış bir hamilelikti onunki. Bebek amaç değil sadece ve sadece araçtı, votkasından ilk yudumlarını alan bu kadın için.
Sigara paketlerinin üstünden öğrendiğim kadarıyla, erken doğum riski vardı böyle hamileliklerde. Böyle derken, daha uzun süre zengin yaşayabilmek adına kalınmış hamileliklerden değil de, annenin sigara içtiği hamileliklerden bahsediyorum. Evet, erken doğum, sakat doğum, salak doğum, geri zekalı doğum! Bunların hepsi mümkündü. Düşük de yapabilirdi. Bebek anne karnında ölürdü. Anne üzüntüsünden kahrolurdu. Annenin bu halini gören baba, karısının baş ucundan ayrılmazdı. İlgisi katlanarak büyürdü. Karısına moral olsun diye ve yeni bir çocuk yapıp-yapmamayı düşünmeleri için ikinci balayına çıkarlardı. Tabi bu balayı teklifini en ağırından bir pırlanta yüzükle yapardı. Falan filan…
Sonra gökten üç elma düştü, biri anne adayının karnına, diğeri kodaman kocanın yatağına ve sonuncusu da puro tüttüren moruğun kafasına!
Her şey mümkündü. Ve her şey, tersine akıtılan bir nehrin içinde yönünü şaşırmış balıklar gibiydi.

21 Ağustos 2009 Cuma

mutluluk-mesela-fakat

mutluluk,
beyindeki ur, ayaktaki nasır,
kıçtaki basur, ayaktabanındaki sinek ısırığı,
kulaktaki sivilce, burundaki kıl,
bacaktaki kıl dönmesi, sırttaki çıban,
ve saçtaki bit gibidir.
paylaştıkça çoğalır, yayılır ruhuna
ve öldürür sonunda.
zira alışmış kudurmuştan beterdir!

mesela,
acı, nefret, sinir kudurtur; ama ne öldürür ne de kalıcıdır.
dişini sıkarsın kudurmuşken ve ağzından köpükler saçarak
dayanırsın; sonra geçer gider,
dinginlik gelir ardından
huzur dolu bi yorgunluk gibidir sonrası

fakat,
mutluluk, alışkanlık yapar
üstüne üstlük kalıcı değildir
uçar gider, yanar söner ve kül olur!
ardında bıraktığı küllere gömdürür seni
çürütmesini de iyi bilir, ruhları

Geceye ithafhen

Şimdi ben,
Bana deliksiz uykular ve tatlı rüyalar vaat etmeyen bu adi geceye,
Boğuk bulutların gökyüzünü istila ettiği, bu esintisiz sıcak geceye,
Televizyon kanallarında, çizgi film çağımızdan kalma bayat dizilerin Ve
Altmışlı yılların Ayhan Işık’lı siyah-beyaz filmlerin döndüğü
Bu küf kokan geceye,
Yarına dair her türlü hoş beklentinin boş olduğunu bildiğim
Bu yitik geceye,
Umut denen cellâdın karanlıkta pusuya yattığı bu işbirlikçi geceye,
Çektirdiği acılardan sıkıldığım bu her şeyin bokunu çıkaran geceye,
En sevdiğim müziklerin bile başıma sancılar sapladığı bu ibne geceye,
Eskiyi özletmeyi beceren;
Belki dünü, belki iki gün öncesini, belki dört yıl öncesini…
Beraber gülmeyi başardığımız,
Gerçeği arama kaygısından uzakta ama yalansız huzuru bulduğumuz,
Henüz insan olduğumuz, henüz hayvanlaşmadığımız günleri özleten
Bu bunamış geceye,
Ağzımdaki, aklımdaki pisliği tükürmeye çalışırken sayfaya
Karşımda şekillenen kirli dandik görüntülerle benle alay eden
Bu orospu çocuğu geceye
Aklımdan geçen küfürleri yağdırmaya devam edersem
Hak etmediği iltifatları yağdırmayı denersem
Bu yazdıklarımı ona ithaf edersem
Bu gecenin dünden farkı ne olur?
Ne değişir?
Kim bilir, kim okur ve kim anlar?

natasha!

aslında bu hatunun gerçek ismi victorya
ama bana tüm rus hatunlarının ismi "natasha"ymış gibi geliyor
erkeklerine de viladimir demeyi tercih ederim
bu yüzden bu karıya da victorya demek yerine natasha demek istiyorum.
beyaz tenli, zayıf biri...
saçları sarı; kut biçimde kestirmiş saçlarını,
fön makinasıyla kapartmış
ama bu kapartma ona hiç yakışmamış
adi bir peruk takmış gibi duruyor
saç telleri plastik olan kalitesiz peruklardan
biraz gıcık oldum bu karıya!
belki gıcık olduğum için kılık kıyafeti bile midemi bulandırıyor
gözleri mesela, yeşil
ama öyle zümrüt yeşili falan da değil
iğrenç bi yeşil
bok yeşili!
doğru düzgün türkçe de bilmiyor
ve bu türkçe bilmiyor oluşu
kızıdığı zaman rusça'ya bağlaması ona büyük bi avantaj sağlıyor
ne dediğini zerre kadar anlamıyorum
sinirli sinirli
hızlı hızlı
bildiğiniz bi rusça konuşuyor
"r" harfini bastıra bastıra!


zengin heriflerin dizildiği poker masasının küllüklerini itinayla temizlerken
zayıf kara kuru, sarı bıyıklı bi kodaman benden şekerli türk kahvesi istedi
temizlikçilerin sipariş alma, siparişi getirme,
getirdiği siparişi müşteriye nazik nazik ikram etme,
istiyen müşteriye çayını kahvesini üfleyerek içirme,
dudağından akan kahve damlasını peçeteyle silme gibi bir yetkisi yoktur!
iyiki de yoktur!
ama müşteri, özellikle de poker masasında milyarlar kaybeden bi müşteriyse
bi temizlikçiden dahi olsa sipariş istediğinde aksatmamak gerekir
müşteri veli nimettir ne de olsa!
işte bu veli nimet efendi de benden şekerli türk kahvesi istedi
sabahın beşi ya da altısıydı
artık yavaş yavaş toparlanıyordu casino
ama bıkmak bilmeyen pokerciler son dakkaya kadar oynamaya devam eder
her neyse...
"bi şekerli türk kahvesi alabilir miyim?"
"peki efendim"

dediğim gibi sipariş getirme gibi bi yetkim yoktur
bana söylenen siparişi garsonlara iletirim, onlar da hazırlayıp müşterinin önüne koyar
eğer müşteri isterse götüne bile koyar
müşteri sonuçta; veli nimet!

bi garson görmek için etrafıma bakındım
zira müşteriyi bekletmemek gerekir
işte barın önünde natasha'yı gördüm
elinde tepsi mal gibi etrafına bakıyordu
yanına gittim
"poker masasından şekerli kahve istiyorlar"
"bej tane poker masasi var, hangisine söylüyorsun" dedi bana natasha karı!
"beş tane masa var ama şu an sadece birinde poker oynanıyor" dedim
"ben anlamıyor seni, git başkasına söyle"
vay kahpe!
ne dediğimi anlamadın demek geçti içimden
sustum...
"bak köşedeki poker masasına git siparişi al, bu kadar basit"
ben bunu söylerken suratıma bile bakmadan barın arkasındaki mutfağa geçti natasha
hareketlerindeki kendini beğenmişlik beni delirtmek üzereydi
mutfağa geçerken arkasından bakakaldım
içimden türlü türlü küfürler geçiyordu
ama yine sustum...
sadece burnumdan soludum
burnumdan solurken başka bi garson yanıma geldi
"kahveyi isteyen hangi müşteri, bana göster sen" dedi
"işte ordaki zayıf herif"
"tamam" dedi, "ben hallederim"
"eyvalla" dedim
küllük temizleme işine geri döndüm
sonra, biraz tuvalet kağıtı topladım
boklu olan tuvalet kağıtlarından
klozete değil de çöp kovasına atılan tuvalet kağıtlarından
biraz izmarit topladım
küllükte değil de pisuvarlarda söndürülen izmaritlerden
sonra elimi yıkadım
sonra bi sigara içtim
sonra sigarayı klozete atıp sifonu çektim!

20 Ağustos 2009 Perşembe

himalayalarda yamaş paraşütü yaptıktan sonra, heidi'nin dedesiyle tavla oynamak istiyorum!

bütün gününü evin, o bitmez tükenmez sıkıcılığı içinde
yatarak, uyuyarak, uzanarak, biraz da uyuyarak geçirince
anlatacak ya da yazacak ya da düşünecek pek bir şey kalmıyor
bu boşluktan istifade rüyalar hücum ediyor kısa uykuların içine
ve içine ediyor sabahın!
kafanın arkasından enseye kadar inen baş ağrılarına dönüşüyor birbirinden kusursuz rüyalar silsilesi
geçen geçe üç dört kişiden adam akıllı bi dayak yemiş gibi kalmış oluyorsun, belini mahveden yataktan
yerde yatarım daha iyi diyorsun, ki daha iyidir sert zemin; ama sırf kemik ve deriden oluşan bir kıça ve sırta sahip olunca zeminin sertliği dayanılmaz olabiliyor
her neyse işte...
yapacak pek bi şey yok
sıradışılık çok uzakta
daha boktan kaygılar sarıyor beynini
ve sarsıyor o uyuşuk bedenini
yenilik de yok,
hep aynı, uzun uzun, kısa kısa devam ediyor

19 Ağustos 2009 Çarşamba

-stand by-

beklemek yetiyor dediğimde, "neyi?" diye sordular
bilmiyorum dedim, bilmek de istemiyorum diye ekledim
anlamsız geldi ilk önce, sonra biraz daha anlamını yitirdi
şimdilerde anlamsız denilemeyecek kadar önemsiz!

"insan neyi beklediğini bilmez mi?"
"ben bilmiyorum. beklemek yetiyor, biraz düşünce, sonra küçük tahminler ve ardından oturuyor parçalar. o muazzam resim ortaya çıkıyor"

14 Ağustos 2009 Cuma

kuyruklu yıldız(lar)

gecenin biri veya ikisi
işten çıkmıştım ve servisi kaçırmıştım
uzun bir yolu yürümek zorundaydım
bilmediğim sokaklarda görmeyen gözlerle gece karanlığında
yanımdan hızla geçen bin bir çeşit arabanın far ışıkları gözlerimi kamaştırırken yürüyordum. tanıdık bir tabela veya dükkan arıyordum
dönebileceğim bir köşe başı ya da
yoktu! ıssız yolda otostop çağrımı umursamayan arabalardan,
tabanı ezilmiş kundurama batan çakıl taşlarından,
su toplamış ayaklarımdan, açlıktan ezilmiş midemden,susuzluktan kurumuş damağımdan başka hiçbir bok yoktu o gece!
ve ben yol üstünde yorgunluktan bayılmamak için olanca gayretimle hareket ediyordum.
birkaç saat yürüdükten sonra ileride bir benzin istasyonun ışıklarını fark ettim
sonunda dedim yolu tarif edecek birilerini bulabileceğim bir yer!
bu heyecanla adımlarımı hızlandırdım
istasyonda, plastik bir sandalyede oturmuş kel bir herif vardı.
yanına yaklaşında ayağa kalktı ve "buyrun" dedi
gideceğim yeri sordum, nasıl gideceğimi falan
"bi kaç yüz metre ileride starling market tabelası var, ordan sola sap bi kaç yüz metre daha yürü önüne üç yol ayrımı çıkacak, işte orda sağa sap bi kaç yüz metre daha yürürsen gideceğin siteyi bulursun abi" dedi. sağ olsun...
"peki" dedim, "sağ ol"
birkaç adım attıktan sonra arkamı dönüp "bi bardak su var mı içecek?" diye sordum.
"valla şişe su tek var abi" dedi.
"neyse" dedim, "kolay gelsin" zira tek kuruş param yoktu.
tekrar yürümeye koyuldum; ama ayaklarım beni öldürecekti.
yol kenarında çöküp bi sigara yaktım.
hiç bitmeyecek gibi içtim
bitti...yola devam ettim.
açlık ve susuzluk artık çok umurumda değildi.
sadece uyumak istiyordum, ayaklarımı dinlendirmek...
aynen herifin dediği gibi market tabelasını gördüm.
hemen sola saptım.
bu girdiğin sokak az önceki ana caddeden daha karanlıktı.
iki yanımda uzanan bahçeli villaların köpekleri havlıyordu.
aldırış etmemeliydim.
ama beni fark eden köpek hemen havlamaya başlıyordu.
o köpekler için yapabileceğim bir şey yoktu.
yolumda gidiyordum sadece.
gözlerimi kısarak bakınca, karşıdan bi erkekle bi kadının geldiklerini gördüm.
el ele tutuşmuşlardı, ikisi de sarışındı.
ama tam emin değildim.
bulanık iki silüettiler benim için. giderek belirginleşiyorlardı.
iyice yaklaştıklarında yolun geri kalanını sormak için "pardon" dedim,"acaba..."
laf ağzımdayken herif ne dediğimi anlamaya çalışarak "sorry" diyince anladım durumu.
sadece turisttiler!
ben de "sorry" diyip uzaklaştım.
arkamdan mırıldandıklarını duydum.
tabi anlamadım ne dediklerini. belki küfür atıyordular bana.
neden olmasın
ingilizce bilmediğime kızdım biraz. fakat kızmam uzun sürmedi.
çünkü, bu yorgunluk üzerine böyle bir şey daha kaldırcak kuvvette değildim.
biraz daha yürüdükten sonra istasyondaki herifin "üç yol ayrımı" dediği yere geldim.
sağa saptım.
nihayet tanıdık bir sokağa girmiştim.
bundan sonrasını biliyordum.
sadece yürümem gerekiyordu.
tek sorun birkaç dakka daha ayağımdan dizlerime kadar vuran acıya dayanmaktı.
bu sokağın iki yanında da villalar dizilmişti.
önlerinde son model arabalar,limon ağaçları ve tabi ki köpekler!
bi villanın balkonunda gökyüzüne bakan yaşlı bir kadın gördüm.
kunduraların çıkardığı tak tak sesleri dikkatini çekmiş olacak ki aşağıya,
bana döndürdü kafasını.
kısa beyaz saçlı bi ihtiyardı.
gülümsedi ve eliyle gökyüzünü işaret edip "bak" dedi, "kuyruklu yıldız geçiyor"
baktım; ama cılız ışıklı bir iki küçük yıldızdan başka hirbir şey yoktu.
"göremedim" dedim. "aa baksana iki tane var hemde" dedi.
şaşkınlıkla tekrar dönüp baktım.
ama iki kuyruklu yıldızı bırak, doğru düzgün yıldız bile yoktu yukarıda.
hem iki kuyruklu yıldızın gökyüzünde aynı anda işi neydi?
böyle bi şey olabilir miydi ki? sanmam...
"göremiyor musun?" diye sordu heyecanla.
balkondan aşağı düşecek diye korktum.
"hayır göremiyorum" dedim, "gözlerim bozuk, ondan herhalde"
ihtiyar hala seyrederken "kuyruklu yıldızları" yorgun adımlarla uzaklaştım o villadan.
uyuyabileceğim bir çekyatın olduğu dairenin bulunduğu binayı gördüm.
gerçekten sevinmiştim.
hatta bu sevinçle bir anlığına ağrılarımı unuttum diyebilirim.
hemen binaya girip kendimi eve ayakkabılarla attım.
kanepeye yayıldım.
uzanır uzanmaz keskin bir acı ayak parmaklarımdan belime hücum etti.
kalkıp ayyakkabılarımı çıkardım. dolabı açtım.
dünden, ya da önceki günden kalma bir tencere çorba, bir iki yumurta
ve bir şişe su arasından seçimimi sudan yana kullandım.
kana kana içtim. soğuk su boş mideye inince sancı tuttu.
ama ayaklarımın ağrısı tartışmasız birinciydi!
ellerimi yüzümü yıkayıp tekrar uzandım kanepeye.
başımın altına ter kokan mavi minderi koyup gözlerimi kapattım.
dakikalarca kapalı tuttum.
parmaklarıma giren kramplar uykuya izin vermiyordu.
ağrı tüm şiddetiyle devam ederken aklıma birden, yıldızlarla kafayı bozmuş ihtiyar geldi.
kendi kendime güldüm.
gözlerim hala kapalıydı. açarsam bir daha uyuyamam, biliyordum.
kanepede döne döne uyudum
tuhaf bir akşamdı. yorgun ve yıldızsız bir gökyüzü güneşi bekliyordu.
hepsi bu...

13 Ağustos 2009 Perşembe

düşününce...

iki farklı zaman diliminde yaşayan bir aileyi düşünün. evlerinde her gün yemek pişen, aile resinin eve sıcak ekmeklerle gelebildiği, mutlu küçük bir aile. ve bu küçük ailenin küçük çocukları, ilk zaman diliminde herhangi bir nedenden dolayı ölür. anne baba çocuklarının ölümüne türk filmlerinde görmeye alıştığımız şekilde üzülür. beyazlayan saçlar, babanın uzayan sakalları, alkol, sigara vesaire...çocuk gömülür. artık onun nerede olduğu bellidir. toprağın altındadır çocuk ve geri dönmesi büyük bir mucizedir artık. ama bilirler onun nerede olduğunu. artık tek yapmaları gereken şey oturup acıya alışmaktır. yeterince üzülmek gerekir zira. ruh, acı eşiğini genişletene dek sabretmek gerekir. uzun vadeli bir huzur için, kısa vadeli acı çekmek gerekir. eğer acı uzunsa huzur ondan daha uzundur.
iyi sonuçlar için kötü sebeplere katlanmak gerekir!
diğer zaman diliminde ise çocuk ölmez. ya da ölür ama ailenin bundan haberi bile olmaz. çünkü çocuk kaçırılmıştır. çocuklarının kim olduğu belirsiz adamlar tarafından ne amaçla kaçırıldığını bilmeyen bir aile kalmıştır geriye! ne yapılması gerektiğini bilemezler. beklerler, beklerler ama neyi? çocuklarının dönmesini mi? ölüm haberini mi? çünkü aralık kalan bi kapı kalmıştır çocuğun ardından. ve her kapı gıcırtısında binbir heyecanla kapıya koşan bir anne ve baba vardır. beklenir, acı çekerek; fakat bu acının sonu belli değildir. ancak çocuğun akıbeti bu acının akıbetini belirler. huzur kalmaz, çünkü küçük bir umut her zaman vardır. sadece işkence uzar! aralık duran kapıya her koştuklarında, gıcırtının yalnızca rüzgar esintisi olduğunu gören aile, çivi üstünde oturdukları yerlerine katlanmış bir acı ve huzuru kaçmış bir ruhla geri döner.
uzar, uzar, uzar...bomboş bir karanlığa doğru! neyi beklediğini bilerek geçirilen işkence günleridir, doğru acıyı çekememenin getirdiği daha acı günlerdir aslında!

10 Ağustos 2009 Pazartesi

sana, en uygun biçimce acı çektirmiştir
sonra o verdiği acıları avutarak mutlu etmiştir ruhunu
ve sonra gitme zamanı gelir
çünkü bitme zamanı gelmiştir
sen, bitiş çizgisinin neye benzediğini bile bilemezken
o çoktan rengi seçmiş ve çizmeye başlamıştır titizlikle
bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkarmak onu kalbinden
büyük küstahlıktır!
derince bir çukur kazmalısın kalbinde
ondan öncekiler için kazdıklarının yanına
gömmelisin sonra, büyük bir ciddiyetle
bir taş belki...mezar taşı!
herhangi bir isme gerek yoktur senin mezarlığında
onun hakkında hatırladıkların, bir isimden daha değerlidir!

can çekişmeli ayininden sonra "öldü" diyebilirsin artık,
mezarın çürütmesini bekleyerek aşkını
ve hiçbir şey olmamış gibi
ve aslında her şey olup bitmiş gibi
ölüp gitmiş gibi!

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Büyük Lokmaları Özleyen "ben"

duman altı bir ortamda,
bira bardaklarının perspektifinden çekilmiş fotoğraflarını gösteriyordu bana
dijital makinasının 2,5 inçlik ekranında
sırayla geçiyordu ve her yeni fotoğrafta bi şeyler anlatıyordu fotoğrafa dair
"bak bu, ben ve bilmem kim"
"bak bu, bilmem kim ve bilmem kimin kız arkadaşı" falan filan...
biraz susmuştuk
bu suskunluk sırasında düşünüyordum
düşündüklerim o anla sınırlı değildi
muhabbetin kesildi esnada "konuşmayı nasıl devam ettir-meliyim acaba?" gibi şeyler düşünmezdim hiçbir zaman
devam edecekse ederdi zaten
beklemek gerekirdi biraz
kendini teslim eden cümleler lazımdı bize
kolundan çektiğimiz cümleler yaramazdı konuşmalara
"yanlış anlama ama" dedim " bana bunları niye gösteriyorsun? yani gerçekten canımı sıkmaya başladı tanımadığım insanların sarhoş hallerini görmek"
"ya ne biliyim, canım sıkıldı diye gösteriyorum ben de"
"hatta yanlış anlaşılacak bi cümle de değil söylediğim, alınma sadece"
"hayır canım, ne alınacam"
fotoğraf makinasını kapatıp çantasına geri koydu
susmaya devam ettik
bana kalsa daha beklerdim ama o konuşacak bi şeyler arıyordu
susmamak için her boktan bahsedebilirdi
ama ben bu bok kokusuna razı değildim
yeri geldiğinde konuştuğumuzdan daha uzun süre susmalıydık da
ama o, suskunluğu, sükûneti hazmedemeyenlerdendi
konuşmanın bittiği yerde,
gerçekten bitmesi gerektiği yerde susmak ona göre büyük bir hataydı
yanlıştı
aksaklıktı
belki de özür
"bi sigara versene" dedim
üstüne ismini kazıttığı metal tablasından iki sigara çıkartıp birini bana uzattı
sigarayı bilerek istemiştim
ben içersem onunda içeceğini biliyordum
ve o sigara içerse, beyni biraz olsun uyuşur, kendini sigara dumanının hipnotik etkisine bırakabilirdi
tahmin ettiğim gibi oldu
bir iki uyudum aldıktan sonra, birbirimizin suratına doğru üflediğimiz dumanlar masanın üstünü kaplayınca karşılıklı koltuklara iyice yaslandık
sustuk...
susma eylemini artık karşılık olarak yapıyorduk
mütemadiyen yaptığım gibi düşünmeye başladım:
karşılıklı oturan iki insanın,
veya yan yana oturuyor olsunlar,
konuşma zorunluluğunu içinde olması çok mu şarttı?

7 Ağustos 2009 Cuma

bir sabah...

bir beynin kılcalları gibi dallanmış ağacı gören insanlar,
algılarını kaybedip
geçmiş ve geleceklerine dair bütün adaklarını ağacın yere sarkan dallarına adadılar!

6 Ağustos 2009 Perşembe

Bak Kapı Orda!

misafir ummayı bırakalı çok oldu
girdip çıktığı evlerde ne varsa alır oldu
kovulmayı göze aldı
kıçına sıkı bir tekme yemeyi hatta


davetsiz misafirler için
fazladan bir tabak bulunduralım masada
ne olur ne olmaz
olan olur zaten
misafir gelir
davetisiz
selamsız sabahsız
gözü dönmüş ve göze almış kovulmayı
gitmemek uğruna