20 Nisan 2012 Cuma

ketçapı bol olsun

Üç katlı Ali Emri İlköğretim Okulu’nun en üst katında, duvarlarında “ibbinee”, “memo’yi sikeyim” türünden samimi iltifatları barındıran uzun beyaz koridorun en sonunda, kapısında “7-L” yazan sınıfın öğretmen masasının hemen önündeki sırada Tuba adında bir kız vardı. Tuba’nın beş sıra arkasında da askılığa asılmış onca montun arasında boğulmakta olan ben vardım. Benim yanındaysa yavşak Anıl vardı. Anıl’ın bilekleri çok inceydi. Kayışını son deliğe kadar sıkmasına rağmen kolundan sarkan “casio” marka, doğum günü hediyesi bir saat kullanıyordu. Hesap makineli olanlardandı. Matematik yazılılarında çok işine yarıyordu yavşağın. Ve Anıl uzun burunluydu. Zayıflığı ve uzun burnuyla piyanistteki Adrien Brody’i andırıyordu. Tabi ben o zamanlar bu aktörü tanımıyordum. Ve bu yavşak Anıl en önde oturan Tuba’yı bana kaşıyla gözüyle işaret edip kafasını sallıyordu. Kafasını sallarken de o iğrenç geniş ağzıyla pis pis gülümsüyordu.
Bir ara Tuba’ya aşık olmaya çalışmıştım. Tuba güzel kızdı harbiden. Kısa saçlı ve beyaz tenliydi. Pamuk gibi yanakları vardı. Gerçi ben hiç dokunamadım, ama öyle görünüyordu. Benden önce sınıftaki erkeklerin neredeyse yarısının Tuba’ya aşık olduğunu öğrenmiştim sonra. Vazgeçmiştim aşık olmaktan. Hem bana göre değildi o kız. Kim olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama biri Tuba’nın orospu olduğunu söylemişti bana. Liseye giden bir sürü sevgilisi varmış, hepsiyle sikişiyormuş falan. Bunları da sanki gözleriyle görmüş gibi, biraz zorlasaymış kendisi de sikebilecekmiş gibi anlatıyordu bana. O andan itibaren Tuba’ya karşı bakışım değişmişti. Düşüncelerim alt üst olmuştu. O güzel kızın liseli basketçilerin altına yatması beni üzmüştü bir yerde. Ama olan da olmuştu. Sinirleniyordum. Karşısına dikilip “tuba, seni küçük orospu!” demek istiyordum ona, “herkese var da bana yok mu?”
Evet, yok! Olmasın da. Olmadı da. Ama içimde biriken sinir, pamuk yanaklıya her baktığımda katlanıyordu. O liselilerden birini sınıfın ortasında pataklarken Tuba’ya ilanı aşk etmeliydim. Tabi bu da olmadı. Kendimde o cesareti göremiyordum çünkü. Daha Tuba’ya selam bile veremezken bu tür düşünceler çok çok uzak hayallerdi.
Meçhul kişiden aldığım sırla kendimi bir yandan da yüceltiyordum. Birçok kişinin bilmedi bir şey vardı elimde. Büyük kozdu! Ama bir süre sonra bu muazzam sır içime sığmamaya başladı. Sığmadığı ölçüde de sıkıntı veriyordu. Birine anlatmak beni rahatlatırdı belki. Ama hem Tuba’yı tanıyan hem de çok güvendiğim biri olmalıydı. Dertleşebilirdim böylece. İçimdeki sıkıntı, üzüntü, sinir karışımı şeyden bahsederdim. Rahatlamış olurdum.
Yavşak Anıl’ı seçtim ben de. Yenişehir İlköğretim okulunda dördüncü sınıfa kadar beraber okumuştuk. Sonra o özel okula geçmişti. Bense yediye kadar o okuldaydım. Yedinci sınıfta Ali Emri’ye geçtiğimde onunla yine aynı sınıftaydık. Özeli bırakıp devlete geri dönmüştü. Bunca yıllık boktan bir arkadaşlığın getirdiği güven duygusuyla gidip yavşak Anıl’a anlattım o muazzam sırrı. Öncesinde kimseye söylememesi için yeminler ettirmiştim. Yemin etmişti. Gözlerimle görmüş gibi, biraz zorlasaymışım ben de sikebilecekmişim gibi anlattım ona. Pür dikkat dinliyordu. Dinledi, dinledi. Sonra hiçbir şey demeden, tahtaya konuşanları yazan Tuba’ya baktı.
“seni Tuba’ya söyleyecem” dedi o iğrenç gülüşüyle. Anlatmamalıydım! Sıkıntıdan gebersem de anlatmamalıydım işte. Hay ağzıma sıçayım.
“yemin etmiştin!” diye bağırdım. Bağırınca ismimin yanına pembe bir çarpı yedim.
“ama” dedi, “istediğimi yaparsan söylemem”
“ne istiyorsun” diye sordum. Derin bir nefes alıyordum sanki.
“gidip ismimi sil tahtadan” dedi.
“tamam” dedim. Kolay sayılırdı. Bu istediğin Anıl’ın şantajlı ilk ve son istediği olacağını sanarak ve iki pembe çarpıyı daha göze alarak silgiyi öğretmenler masasından alıp ismi sildim. Yavşak Anıl!
İsmimin yanındaki her çarpı bana bir tokat olarak çarpabilirdi. Bazı öğretmenlerimizin böyle fantezileri olurdu çünkü. Ve bu Anıl’ın son isteği değildi! Artık ara ara Tuba’yı göstererek bir şeyler yaptırıyordu bana.
“bana gidip döner alsana”
“ama param yok”
“tuba? Tuba nerde?...şaka şaka, parayı ben verecem. Sıraya girmek istemiyorum”
Elim kolum bağlanmıştı. Tuba’ya söylerse mahvolurdum. O sahneyi gözümün önünde canlandırınca kendime acıyordum. Tuba ağlayarak sınıftan çıkar. Müdürün odasına gider. Müdür sınıfa gelir. Sınıfta ibret olsun diye bir iki tokat sallar. Sonra ana yemek için odasına çekiliriz. Ben geberik vaziyette, kahkahalar arasında sınıfa girerken müdür Tuba’nın ailesini çoktan aramıştır. İşin içine benim ailem de katılınca… İşte bundan sonrası kabus gibi üstüme çöküyordu.
“peki Anıl, ketçapta olsun mu?”
“bol olsun”
Koca kafalı, küçük gövdeli, zayıf bir cine benzetiyordum o yavşağı. Berbat günlerdi çünkü. Yaptıkları, o saçma sapan istekleri… Dayanacak gücüm kalmamıştı artık. Ben simit yerken o amcığa bol ketçaplı dönerler almak zoruma gidiyordu. Hiç bilmediğim şarkıları bana zorla söylettirip güldüğünde kafasını kalorifere çarpmak istiyordum. Susuyordum ama. O karanlık sahne beni öldürüyordu! Hayatım biterdi. Rezil olurdum. Babam beni evden atardı. Susuyordum!
Yine bir gün, dönerini yerken benden şarkı istemişti. Hiç bilmediğim bir türküydü. Bilmiyorum dedim, kafandan atarak söyle dedi. Gülerken dönerinden büyük bir lokma aldı. Dudağına ketçap bulaştı. Bu kadar yemesine rağmen hala iskeletten farksızdı. Saati kolundan sarkıyordu. Tuba arkadaşlarıyla konuşuyordu. Orospu çocuğu benden türkü istemişti. Döner poşetini sıyırıp bir lokma daha aldı. Dudağının kenarındaki ekmek kırıntısını, ortasından düğümlenmiş pipete benzeyen başparmağıyla gülümseyen ağzına itti. Türkü dedi, hadi söyle. Tamam, dedim içimden, buraya kadar. Gülümseyip uzun aktör burnunun kenarına solumla çaktım. Suratı kıpkırmızı oldu. Burun deliğine yavaşça kan doldu.
“ne yapıyorsun!” diye bağırdı dönerin peçetesiyle burnuna bastırırken, “sus” dedim, “amına koyarım senin!”
“sen görürsün oğlum, şimdi söyleyecem Tuba’ya!”
“git söyle ulan, bok surat”
Teneffüse çıkmamış inekler sürüsü bize bakıyordu. Tuba da bakıyordu. Kendi ismini duymuştu az önce. Tuba’ya baktım. “tuba, gel” dedim. Yanımıza gelip dikildi. “ne var” dedi, “ne oldu?”
“hadi söylesene!” dedim. Burnunu siliyordu. “hadi oğlum söylesene.” Hala burnuyla uğraşıyordu.
“ne söyleceksin” dedi Tuba.
Kafasını kaldırdı, bana baktı. Tuba’ya baktı, “yok bir şey tuba” dedi. Şansıma Tuba çok merak eden tiplerden değildi. Üfleyip çekip gitti sırasına. Kaprisi işime yaramıştı. Çünkü zorlasaydı korkudan ötmeye başlardı yavşak surat. Ve şansıma, Tuba’ya “tuba senin için orospu olmuş diyorlar” demeyi götü yemedi yavşağın.

İnekler önlerine döndüler, kızlar gülmeye devam etti. Ve Anıl, ağzına bulaşan ketçapı temizlemesi için gereken peçeteyi burun deliğine tıkmak zorunda kaldığı için devam edemedi bokluklarına.

2 Ocak 2011 Pazar

By A Freak

Her şey duruyordur bir tablonun içinde
Ve sen yürüyorsundur
Perspektif küçülmeye aldırmadan
Yağmur yağıyordur
Gevşemiş kaldırım taşlarının arasına dolan yağmur suları
Attığın her dikkatsiz adımda
Çamurla karışık bir halde paçana sıçrıyordur
Ve emin ol o çamur bile duruyordur paçanda
Otomobiller geçiyordur yanından
Uzun bir yolun henüz başında
Ve tüm bunlara rağmen her şey hala duruyordur
İki boyutlu bir hayat geçiyordur gözünün önünden
Yağmur damlaları gözlük camlarını ıslatırken
Yağmur kaydırıcılar ve dinlediğin müzikler faydasızken üstelik
Dinlediğin tüm insanlar ve gördüklerin de dahil ve duymuş oldukların
Hepsi birer figürken
Hepsi birer yanılsama ve yanlış anlama
Tüm bunlara rağmen her şey duruyorken
Ve tüm genellemeler yanlışken üstelik
Ve aslında bu bir paradoksken
Ve aslında bir tablodaki figürlerden ibaretken gördüklerin
Ne kadar saçma olduğunu bilemezsin
Senin bile anlam veremediklerin için
Başkalarından yardım beklemen gibi saçma işte
Kimse sana gerçekte yardım edemeyecekken üstelik
Çünkü her şey duruyordur
Ve çünkü her şey,
Kimsenin kimseye yardım için uzanamayacağı
Bir mesafede durmaya devam ediyordur
Fiziksek bir gerçekliktir bu
Kısırlaşmış fraktal bir döngüdür bu
Hadım edilmiştir
Ve tahmin edilenin aksine iki boyutludur
Ve belki bu da boktan bir tahminden ibarettir
Ama sonuçta her şey duruyordur
Kendi kendini emerek, sindirerek ve içine çekerek
Durmaya devam ediyordur
Sen her ne kadar yürüyebilmek için yırtınmaya devam etsen bile
Üzgünüm ama,
Ayakların ve bacakların ve tüm bu otomobiller
Tüm gevşek kaldırım taşları
Yaşayan ve yaşamayan tüm insanlar
Tanıdıkların bile
Seni sevdiğini iddia edenler bile
Anlatabiliyor muyum?
Üzgünüm ama sen hiçbirinin umurunda değilsin
Ve olması gereken de budur belki de

13 Aralık 2010 Pazartesi

...

özür dileme;
çünkü bazı hatalar göte sokulası,
dallı budaklı birer kazık olarak kalmalıdır yastığının altında
hoş ve güzel zamanları
o kusursuz zamanları bok etmek için

10 Eylül 2010 Cuma

Bitmeyen Kibrit

Geniş sırt veya göğüs dekolteleri yüzünden altlarına herhangi bir sutyen giyilemeyen parlak ve ağır gece elbiseleri giymiş, iri göğüslü ve yağlı ve etli onlarca kadının kocalarıyla katıldıkları yardımseverlik balolarından birinde, beyaz ipek örtülü yuvarlak masalardan birine oturmuş genç bir adam birden bire ayağa kalktı. Konuklar, ayağa kalkan bu kısa saçlı kaypak suratlı adama bakmak yerine, başlangıç yemeğinden sonra, etli bir ana yemekten önce, masalara ara sıcak olarak getirilen börekleri veya çeşitli salataları tabaklarına yavaşça alıp küçük lokmalar halinde çiğnemeyi tercih ettiler ilk önce. Bir piyano, bir keman ve bunların virtüözlerinden oluşan küçük bir orkestra yumuşak bir yemek müziğini çalmaya devam ediyordu, kırmızı kumaşla kaplanmış küçük bir sahnenin üstünde. Sonra adam, cebinden çıkardığı, haznesine plastik bir kalem sokulmuş mürekkep hokkasına benzeyen dökme plastikten yeşil ve şeffaf olmayan bir şeyi omuz hizasına kadar kaldırıp konuşmaya başladı:
“siz güzel hanımların ve centilmen eşlerinizin katılarak şereflendirdiği bu özel davette bulunmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu belirtmek isterim öncelikle.”
Adamın gür ve kendinden emin sesini duyan o güzel hanımlar ve genellikle bıyıklı, göbekli ve kel olan centilmen beyler, tuttukları gümüş çatal ve bıçakları tabaklarının kenarına bırakıp pörsümüş ve incelmiş bir deriye sahip yeşil damarlı elleriyle bir alkış tutturdular. Adamın sesini duyamayacak kadar yaşlı olanlar ise çoğunluğa ayak uydurup alkışladılar sadece. Tüm konuklar, daha önce katıldıkları yüzlerce baloda olduğu gibi, davetiyelerden önce ellerine geçen, o gece baloda neler olacağının saatine kadar yazılı olduğu listelerle öğrenip zamanı gelince de şaşırmış taklidi yaptıkları sürprizlerden biri sanıyordu bunu da. Dolayısıyla alkış tamamlandıktan sonra, ceketlerinin iç ceplerinden veya parlak taşlarla süslenmiş minik çantalarından o listeyi çıkartıp saatlerine de bakarak kontrol ettiler. Ama liste, tam o saatte ara sıcakların yeneceğinden ve yemek müziğinin, ana yemekler servis edilmeden önce küçük bir masa sohbeti için değişeceğinden bahsediyordu. Evet, tam o sırada yemek müziği değişerek daha hareketli ama yine de rahatsız etmeyecek bir hal aldı.
“bu elimde gördüğünüz ve sizlere tanıtma cüretinde bulunduğum aletin adı ‘bitmeyen kibrit’tir sevgili konuklar. Bu aletle artık ateşsiz kalmayacaksınız. Bunu size bir kardeşiniz ve bir abiniz olarak garanti edebilirim. Şimdi sorabilirsiniz kerameti nedir diye. Sizi merakta bırakmadan hemen anlatıyorum…”
Adamın yapmaya çalıştığı şey yabancı gelmiyordu hiçbirine. Bir vapurda ya da bir trende görmüşlerdi buna benzer bir gösteriyi. Toplu taşıma araçlarına bir kere bile olsun binmemiş konuklar dahi televizyon sayesinde görmüşlerdi. Fakat böyle bir pazarlama gösterisinin böyle özel bir davette sergilenmesine hala anlam veremiyorlardı. Hiçbir boktan haberdar olmadıklarını birbirlerine sezdirmemek içinse kimse çıt çıkarmıyordu. Söz hala o adamdaydı. Haznenin içine sokulmuş plastik çubuğu çekti ve metal ucunu, hokkanın altındaki küçük bir çakmak taşı şeridine sürttü. Sürter sürtmez çıkan kıvılcımlar, plastik saplı metal çubuğun ucundaki küçük bir parça fitil bezini ateşlemiş oldu. Çubuğun ucundaki alevden yükselen siyah bir is havaya karışıyordu.
“işte gördüğünüz gibi, çubuğun ucunu alt taraftaki bu bitmez tükenmez şeride sürünce ateşimiz hazır. Bu aletin 2 yıl garantisi var ama ben size şahsım olarak ömür boyu garanti veriyorum! Ocağınızı, sobanızı, sigaranızı, mangalınızı… Aklınıza gelebilecek her yeri rahatlıkla yakabileceksiniz! Çubuğun metal ucu, paslanmaz, erimez, eskimez. Haznesindeki ispirto yirmi bin kullanımlık olup bitince sadece ve sadece iki damla ispirtoyla ilk günkü kadar yeni hale getirebilirsiniz.”
Bu adamı daha önce hiçbir yerde görmediklerini yavaş yavaş anlamaya başlıyordu konuklar. Ama hiçbiri bir salaklık yapıp gecenin tadını kaçırmak istemezdi. Sonuna kadar dinleyecektiler. Sonra elbet biri çıkıp mikrofonu eline alacak, küçük bir açıklamayla küçük berbat bir espri yapıp hangi yardım kuruluşuna para dökeceklerini söyleyecekti onlara.
“elektrikler gitti ve evde mum namına bir şey yok mu? Küçük kardeşlerim artık üzülmesinler! Ders çalışan kardeşlerim artık üzülmesinler! Çubuğun ucunu yakıp hazneye ters yerleştirin işte size bitmeyen mum! Gördüğünüz gibi kullanımı çok pratik ve temizdir.”
Şimdi herkes, havaya yağlı bir is bırakan ispirto alevini ilgiyle seyrediyordu. Ateşi ilk bulan mağara adamlarının heyecanla açılmış gözbebeklerinin içinde alevler nasıl dans etmişse binlerce yıl önce, bitmeyen kibritin alevi de aynı şekilde dans ediyordu konukların gözbebeklerinin oval ve parlak kısmında. Ama bu ilginin temelinde merakla birlikte gelen tedirginlik de vardı. Baloya gelmeden önce, lüks villalarında beyler kokalı gömlek yakalarına papyonlarını taktırırlarken; bayanlar ise elbiselerinin sırt fermuarlarını, yağlanmış basenlerinden başlayıp sırtlarına kadar çektirirlerken kafalarının içinde yapacakları konuşmaları ve gecenin akışını ezberlemeye çalışıyorlardı. Ve ezberlemeye çalıştıkları şeyler arasında böyle bir saçmalık yoktu. Böyle bir saçmalık karşısında yapmaları gereken şeyleri, danışmalara sormayı akıl edememişlerdi haklı olarak. Heyecan ise beyne hücum etmeye devam ediyordu.
Ana yemeklerin, beyaz üniformalı garsonlar tarafından servis edilme zamanı gelmişti. Ama garsonlardan ve nefis yemek kokusundan eser yoktu. Durumu kurtaran tek şey, yumuşak geçişler yapan orkestraydı. Adam ise durmadan çubuğun ucunu yakıp yakıp söndürüyordu. “söndürmek için üflemeye ya da sallamaya da gerek yok.” diyordu, “siz hiç kendinizi yormayın! İşiniz bitince çubuğu hazneye sokarsanız, gördüğünüz gibi, temiz ve rahat bir şekilde söndürmüş olursunuz.”
Bu durum hakikaten can sıkmaya başlamıştı. Öyle ki konukların hemen hemen hepsi, bu bekleyişten bir an önce kurtulmak için iç ceplerindeki çek defterlerine, altın kaplama dolma kalemleriyle binlerce lirayı göz kırpmadan yazmaya hazırdılar. Tavandan sarkan koca bir avizenin, salona güneş gibi yaydığı ışığının altında parıldayan yuvarlak masalarda küçük çaplı mırıldanmalar da başlamıştı bile.
“bu muhteşem ürünü benden almak zorunda da değilsiniz. Ben bir satıcıdan ziyade bir tanıtımcıyım, siz cömert vatandaşlarım için. İşte bu kâğıtta ürünün dağıtımcısı olan şirketin adresi yazılı; gidip oradan kendiniz de alabilirsiniz. Ama emin olun ki ürünü piyasada yirmi otuz liradan ucuza bulamazsınız. Ben size tanıtım fiyatına ikram etmeye hazırım. Yedi lira değil, beş lira değil! Sadece iki liraya benden alabilirsiniz.”
Zavallı zenginler, duydukları bu cümlelere bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Adamın üç-beş liradan kastının üç bin beş bin lira olduğunu sanıyorlardı. Zira bu ürünü piyasada elli liraya bile alsalar verecekleri gıcır gıcır banknota acıyamayacak kadar zengindiler.
“evet, sadece iki liraya alabilirsiniz! Böylece cebinizdeki bozukluklar da bir değer kazanmış olur.”
Evet, evet! Bu adam kafayı yemiş olmalıydı. Utanıp sıkılmadan böyle özel insanlardan böyle bir para talep etmesi tam bir hakaret gibi çarpıyordu kulaklara! Ama konuklar arasında daha naif olanlar da vardı. Ve bunlardan bazıları, bu tuhaf ürün için küçük bir fabrika açarak, adını bile bilmedikleri bu yardım kuruluşuna destek olmayı düşünüyorlardı.
Orkestra çalmayı bıraktı ve planlı ve hızlı hareketlerle toplanıp sahnenin arkasındaki simli kırmızı perdeden geçerek sahneyi boşalttı. Adam bir anlığına konuşmayı kesti. Masadaki suyundan bir iki yudum alıp konukların suratlarına baktı. O bir an içinde bakabildiği tüm suratlarda at dışkısına benzeyen bir şeyler gördü. Bir mimik, bir ifade ya da her neyse işte… Yüzünün asılmak üzere olduğunu fark edince hemen toparlandı ve öncelikle elindeki su bardağını masasına bıraktı. Ardından yavaş yavaş masaların arasında dolaşmaya başladı.
“almak isteyen var mı acaba?” diye sordu. Aleti elinde tutarken kendi etrafında dönüyordu. Bu nümayişe bir anlam vermeye çalışmaktan usanan konuklardan bazıları, hemen çek defterlerine sarılarak hızlı hareketlerle birkaç on binlik karadılar ve çekingen bir tavırla yerlerinden bile kalkmadan adama uzattılar. Gitgide masalarsan uzatılan çeklerin sayısı artmaya başladı. Birkaç saniye sonra ise bütün konuklar kollarını kaldırmış, beyaz bir çeki adama doğru sallıyorlardı. Adam küçük bir ıslık çaldı. Islıktan hemen sonra, adamın konuşmasının başından beri ortalıkta görünmeyen garsonlardan biri mutfak kapısından hızlı adımlarla çıkıp içeri girdi. Etrafına şöyle bir baktı ve vakit kaybetmeden kibarca sallanan çekleri aynı kibarlıkla toplamaya başladı. “teşekkürler” diyordu, “emin olun ki paranız birçok kimsenin işine yarayacak.”
“teşekkürler”
“çok teşekkür ederim”
“sağ olun, sağ olun”
Çekini garsona teslim eden konukların yüzüne bir rahatlama geliyordu. Bir daha kimin düzenlediği belli olmayan balolardan birine asla katılmayacaklarını kendilerine söz verirlerken biraz da tebessüm ediyorlardı. Tüm çekleri toplayan garson masaların geneline başıyla birkaç küçük selam verdikten sonra mutfağa döndü. Hemen ardından adam konuşmaya devam etti:
“hepinize ne kadar teşekkür etsem azdır sevgili dostlar! Beni sıkılmadan dinlediniz, ki lafı ne kadar çok uzattığımı bilirim; üstüne cömertçe yardımlarınızı bağışladınız. Ama bu gecenin esas düzenlenme nedenine vakit kaybetmeden geçmek gerekiyor. Zira salonun kiralanma süresi dolmak üzere” dedi ve küçük bir kahkaha attı. Adamın bu son cümlesini espri sayan konuklar da gülmeye başladılar. Ama en önemlisi, meraklarının sonunda giderilecek olmasıydı. Bunca saçmalığın bir açıklaması vardı elbette. Herkes gülmeyi kesince adam devam etti:
“sizi buraya öldürmek için çağırdık” dedi sinsice gülerek, “saçma ve anlamsız geldiğinin farkındayım, ama maalesef öyle.”
Konukların yutkunma seslerinden başka çıt çıkmıyordu. Anlamsızlığın doruklarında nefessiz kalmaya başlıyordu, konuklar. Buna rağmen yerinden fırlayıp bir boklar yapmaya çalışacak cesarette kimse yoktu. Kafalarının içinde, tüm bunların ucuz bir cemiyet şakası olduğu fikri de yatıyordu hâlâ.
“herhangi bir açıklama yapsam bile emin olun ki bu saatten sonra hiçbirinizin işine yaramaz. Siz, yaşayacaklarınızın birçok şeye mal olacak boktan bir şaka olduğunu sanın sadece. Bu kadarı yeter.”
Adam, elinde tuttuğu bitmeyen kibriti ateşledi ve mutfak kapısına doğru biraz geri çekildi. Konuklar saniyesi saniyesine onu izlerken o elindeki alevli çubukla kırmızı halının üzerindeki koyu kırmızı izlere bakıyordu. Bu izler, halıya dökülen sıvı bir şeyin ardında bırakacağı izler gibiydi.

Bundan birkaç saat önce, başlangıç yemekleri garsonlar tarafından yeni yeni servis edilirken, aslında çok rahat duyulabilecek şırıltı sesleri, orkestranın çaldığı müzik sayesinde duyulamıyordu kimse tarafından. Adam henüz masasında oturuyordu. Ama yüzünde bir şeyleri bekleyen tedirgin bir ifadeyle garsonları izliyordu. Garsonların paçalarına bakıyordu göz ucuyla. Ve ara sıra masadaki konuklarla yüzeysel sohbetler ediyordu. Masalarına servis yapan garsonla göz göze geldiklerinde ise aralarında kimsenin duyamayacağı bir konuşma geçmiş oldu. Her şeyin yolunda gittiğine dair bir cevaptı garsonun gözünden okunan. O cevaptan sonra adamın yüzündeki kasıntı gevşemeye başlamıştı bile. Daha rahat gülüp daha rahat sohbet ediyordu artık. Altın renginde parlak bir çorbayı, lale motifli yayvan kâselerden yudumlayan konuklar, bir yandan da bu gecenin kısa bir gece olmasını umuyorlardı. İçkilerin ardından tuhaf isimli bir peynir salatası da masalara servis edilmişti.

“bu gece kusursuz birer garson gibi davranmanızı istiyorum” diyordu adam, karşısına dizdiği garsonlara. Restoranın mutfağındaydılar ve aşçılar henüz ikram edilecek yemekleri pişirmekle meşguldüler. “hata istemiyorum! Her şey beş yıldızlı bir restoranda olması gerektiği gibi olacak. Ta ki ben sahne alana kadar.” Bu laf herkesin kendinden emin bir şekilde sırıtmasına neden oldu.
Sonra şef garsonu işaret edip, “dostum” dedi adam, “ayrıca sen, konuşmam bitince gelip çekleri toplayacaksın ve mutfağa döneceksin. Ondan sonrasını da herkes biliyor zaten.” Aynı gülüş tekrarlandı ve daha uzun sürdü. Çünkü adam da gülümsüyordu bu kez. Yemek kokularıysa tahrik ediciydi. “beyler, kutlama şampanyamızı soğumaya bırakın!”

Adamın, elindeki ateşli çubuğu sallarken bakmaya devam ettiği izler, küçük bir kıvılcımla alev alabilecek ıslaklıklardı. İzler, adamın ayaklarının önünden birer çizgi gibi başlayıp masaların arasından, konukların sandalyelerinin altından geçerek karman çorman bir çember oluşturmuştu. Bu karmaşık şekiller, elbette, garsonlar tarafından bilinçli bir şekilde çizilmişti halıya. Üstelik çok basit ama zekice sayılabilecek bir yöntemle.

Tüm servis işleri, biraz da oyalanarak bitirilip “afiyet olsun” dilekleri dilendikten sonra garsonlar, ara sıcakları hazırlamak üzere mutfağa geçmeye başladılar teker teker. Tabi öncelikle, ispirtoyla doldurup her iki bacaklarına bantladıkları iki litrelik serum torbalarının tamamen boşaldığından emin olmaları gerekiyordu. Torbanın ağzından paçalarına kadar sarkıttıkları serum lastiklerinde asılı kalan son damlaya kadar yere akıtmalıydılar. Masaların arasına ve özellikle sandalyelerin altına. Aynı şeyi ara sıcaklar servis edilirken de yapacaklardı. Zira her şey kusursuz olmalıydı. Ve adam hiçbir masraftan kaçınmamıştı.
Adamın, birkaç aydan beridir her bulduğu işte deliler gibi çalışıp para biriktirmesinin en büyük sebebi de bu planı hayata geçirebilmekti aslında. Yapmaya çalıştığı şeyin hasta bir ruhun sapıkça düşünceleri olduğunu çekinmeden adamın suratına karşı söyleyenlerin yanında adama hak verip yanında yer almak için elinden gelen her şeyi yapacağına söz verenler de vardı. İşte garsonlar ve aşçılar ve virtüözler bu söz veren insanlardı. Ulusal bir çete olmasalar da ne yapacaklarını çok iyi bilen birkaç kişiydi bunlar. Her şeyden önce bir anlama yetisine sahiptiler. Bu yetilerini onlara kazandıranlar kesinlikle okullar veya ebeveynler değildi. Çoğu herhangi bir okul diplomasına bile sahip değildi ve çoğu annesini veya babasını ergenliklerinden önce kaybetmişti. Onlara anlamayı öğreten şey daha çok sokaklardı. Çünkü sokaklarda hatalara, başka yerlerde olduğu gibi pek göz yumulmazdı.
Adam ise aylardır, her önüne çıkana değilse bile şans eseri önüne çıkan her kafadara planından bahsetmişti. Televizyonlarda, tüm dizi tekrarları bittikten sonra, sabaha karşı yayınlanan bayatlamış vahşi doğa belgesellerinde gördüğü, doğal ve acımasız bir “denge”ydi ona ilham veren şey. Adam o zamanlarda tamamen işsiz ve bitik bir halde günlerini ve gecelerini televizyon karşısında geçiriyordu. Günlerdir uyuyamıyordu. Kulaklarını kauçuk tıkaçlarla tıkadı, gözlerine uyuma gözlükleri taktı; ama beyninde hortlayan sesler, demir döküm fabrikalarındaki seslerden bile beterdi. Artık bir annesi yoktu mesela. Bir babası hiç olmamıştı zaten. Annesinin bunalımı, boktan konfeksiyon işindeki boktan patronunun çok da sikinde değildi. Dolayısıyla adama kapı gözüktü.
Ve işte, kafayı yediği o sıralarda, zihnini birden bire canlandıran o fikri hayata geçirmek ona hiç de uzak görünmemişti. Öyle ki yapacağı şeyin ne denli doğru olduğunu bile sorgulama zahmetine girmedi. Böyle bir dünyada herkes kendi doğrusunu konuşturuyordu zaten! Ama ormanlarda ve çöllerde ve denizlerin altında işler böyle yürümüyordu belgesellerde izlediği kadarıyla. İnsan eliyle oluşturulmuş toplum düzeninden farklı olarak, oralarda kaosun içinde yatan ve bir sonraki adımı tahmin edilemeyen bir düzen yaşıyordu. Bu restoran planı, onların ilk işi olacaktı ve tıpkı doğal yaşamda olduğu gibi bir sonraki adımda neler olacağını kimse bilmiyordu. Adam bile. Biyologlar buna içgüdü derdi.

Restoran kiralandı, yaldızlı davetiyeler konukların isimlerine özel olarak hazırlandı ve postalandı. İşleri, tahmin ettiklerinde de kısa sürede yoluna soktular. Birkaç gündür bekledikleri o malum geceye, davetiye yolladıkları hemen hemen bütün konukların katıldığını gördüklerinde ise yaptıkları şeyin hakikaten zor olmadığını anlayarak kendilerini iyi hissettiler. Hatta geceye gelmeyen bazı konukların mazeret mektupları yollayıp özür dilemeleri keyiflerini katladı. Davetiye yolladıkları insanların çoğu orta yaşı aşmış insanlardı. Ama kimi konuklar, davetiyelerde kişi sınırı olmaması sebebiyle yanlarında genç kızlarını falan da getirmişlerdi. Adamın, arkadaşlarına “sonraki adımda ölecek kişi ben bile olabilirim. Siz bile olabilirsiniz. Henüz hiçbir şey belli değil” demekle kastettiği doğal süreç buydu işte. Asıl konukların, ne olacağını bilmeden yanlarında başkalarını da getirmiş olmaları bu sürecin bir parçasıydı.

Adam, bitmeyen kibritin yanan ucunu yerdeki ıslaklığa yaklaştırır yaklaştırmaz halıdan mor alevler yükselmeye başladı. Ve alevler birbirinin üzerinden kıvrak hareketlerle atlayarak çizilen yolu izleyip masalara doğru gidiyordu. Masaların çevresine, servisler yapılırken bolca dökülen ispirto, alevler geldiği anda parladı ve beyaz masa örtüleri alev aldı. Masalar yanmaya başlayana kadar tek bir konuk bile yerinden kalkmamıştı. Tek yaptıkları şey, nefes almadan hipnoz olmuş bir şekilde yaklaşan alev çizgisini izlemekti. Sıcaklığı götlerinin altında hissettikleri anda ise sandalyelerinden bir yılan veya akrep görmüş gibi zıplayıp bağrışmaya başladılar. Kuru bir gürültüden ibaretti sesleri. Adam, bu görsel şölenin bir saniyesini bile kaçırmamak için geri geri yürüyerek mutfak kapısından içeri girdi. Mutfaktaki diğer arkadaşlarıyla beraber ahşap mutfak kapısındaki yuvarlak pencerelerden alevleri izlemek için biraz itişip kakıştılar. Uzun etekleri ve pantolon paçaları tutuşan konuklar panik içinde, şef garsonun en başından beri kilitli tuttuğu çıkış kapılarına koştular. Ancak kapıları yumruklamak ya da tekmelemek sadece vakit kaybıydı. Şef garson, anahtarlarını çıkartıp mutfak kapısını da kilitlediğinde alevler, her kenarı parlak bir kumaşla döşenmiş olan yemek salonunu sarmıştı bile. Bundan sonrasında sadece, yanan insanlar vardı. Alevler, erkeklerin ve kadınların pahalı elbiselerini saniyeler içinde parçaladıktan sonra vücutlarını kavurmaya başladı. Yanan deriler, tıpkı yanan elbiseler gibi yırtılarak açılıp kırmızı etleri açığa çıkarıyordu ve her yırtığın altından kaynayan deri altı sıvıları akıyordu. Böyle bir yardım balosunda kimse kimseye yardım edecek durumda değildi haliyle. Bir yığın saman küçük bir kıvılcımla hemen nasıl tutuşuyorsa kadınların saçları da aynı şekilde tutuşup yandı. Erkeklerin çoğunun saçı yoktu zaten. Saçlar yandıktan sonra ise kafa derileri eriyip dökülüyordu. Bir çömlek gibi ısınan kafataslarının içindeki beyinler, koruyucu mukus sıvısının içinde haşlanmak üzereydi. Adam, yuvarlak pencereden kafasını bir anlığına çevirip arkasında, sağında ve solunda yığılmış bir avuç kalabalığa baktı ve “şampanyaları hazırlayın beyler!” dedi.
Göz kapakları çıtırdayıp koptu. Göz yuvalarının etrafındaki et ve deri parçaları kızarıp kuruyunca gerildi; dolayısıyla göz küreleri, yuvalarından fırlamış gibi belirginleşti. Sonrasında alevler göz kürelerini de kaynatınca gözün içinden dışına doğru bazı sıvılar boşaldı. Tutunacakları herhangi bir et parçası kalmamış olan tırnaklar döküldü. Bütün bir gövdeyi saran kas yığını gitgide kavrulup açılıyordu. Kemiklere kadar. Kemiklerin içindeki iliklere kadar. Konukların çığlıklarına kadar her şey yanıyordu.
Salonu simsiyah bir duman sarmaya başladığında adam selam verir gibi kadehini aceleyle kaldırıp arkadaşlarına gösterdi ve hiçbir şey demeden kafasına dikti. Aynı şeyi onlar da yapıp içkilerini bitirmiş oldular. Hemen ardından “çabuk!” dedi adam, “sağ kalan mutfak ekibi ve şanslı balo sahibi olarak gazetelere çıkmak istemiyorsak buradan hemen uzaklaşmalıyız.”

5 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Dilim İnsan

2. Bugün, doğaçlamalarla sürdüreceğimiz acemi bir tiyatro oyununun prömiyerini yapmış olduk. Arka koltukları karşılıklı olan büyük, siyah arabalarla evlerimizden alınıp buraya getirildik. Ben arabaya bindiğimde, siyah saçlı bir kadın elindeki tuğla kalınlığındaki bir kitapla pencere kenarında oturuyordu. Ona başımla selam verip karşısındaki koltuğa geçtim. Kısa bir sessizliğin ardından, çok satanlar listesinin birincisi olan kitabıyla ilgilenmeye devam etti. Yaptığı makyajın zoruyla ancak orta yaşlı bir hal alabilmişti. Askılı siyah elbisesinin göğüs açıklığından sarkan derisindeki kahverengi güneş lekelerini sayabiliyordum. Bir zaman sonra araba durdu. Kayan kapı açıldı ve içeri sarışın bir kadın daha girdi. “merhabalar!” diyip siyah saçlının yanına oturdu. Biz de ona yarım ağızlarla “merhaba” derken, parlak mavi tişörtünün yakasından sarkan kulaklıkları takıp telefonunu kurcalamaya başladı. Siyah saçlı yol boyunca kültürlüyken, sarı saçlı yol boyunca mesaj alışverişinin yarattığı sosyalliğin doruklarındaydı. Bense siyah filmli camlardan dışarıyı seyrediyordum.
Şehir merkezinin epey dışında bir yerde arabamız durdu. Şoför gelip kapıyı açtı ve inebileceğimizi söyledi. Hava kararmak üzereydi. Şehir merkezine nazaran burası daha serin ve rüzgârlıydı. Diğer üç kişiyi taşıyan araba bizden önce varmıştı bu televizyon kasabasına. Bizi bekliyorlardı.
Neredeyse bütün özel televizyon kanallarının herhangi bir amaçla kullandığı televizyon stüdyoları vardı etrafımızda. Tepelerince antenler taşıyan onlarca canlı yayın aracı binaların önünde, bomba bir haberi park etmiş vaziyette bekliyorlardı. Etrafıma bakınırken bana bazı tüyolar verip bir şeyler imzalatan herif diğer üç kişiyi de alıp yanımıza geldi. “hoş geldiniz” dedi,“birazdan canlı yayına gireceğiz. Bavullarınızı servis araçlarından alıp teker teker içeri gireceksiniz.” dedi, “ilk hafta eleme olmayacak, izleyicilerin alışması için.” dedi. Konuşmasını art arda ve düzgün bir sırayla sürdürüyordu: “evde iki haftalık yiyecek var ve ancak ikinci haftadan sonra para kazanıp ihtiyaçlarınızı karşılayabileceksiniz. Taksi şoförlük yaparak…” Konuşurken, parlak bir kravat iğnesiyle gömleğine tutturduğu sarı lacivert çizgili kravatı rüzgârda uçuşmak için can atıyor gibiydi. “sizin sormak istediğiniz herhangi bir şey var mı?” diye sordu ve “herhangi bir haberleşme cihazını kesinlikle içeri sokamazsınız.” dedi “özellikle telefonlarınızı.”
Birbirimize bakınırken sarı saçlı kız cebinden telefonunu çıkartıp canlı yayın asistanının yanında getirdiği kartondan bir emanet kutusuna koydu. Ama içi el vermiyordu. “yakınlarınızdan birine emanetlerinizi gelip almaları için haber vereceğiz” dedi pornocu. Diğerlerimizde telefon, radyo benzeri bir şey yoktu sanırım. Kuralları az çok biliyorduk ve riske girebilecek maceracı ruhlara da sahip değildik bence. Diğer üçlüyle gelen kıvırcık saçlı kız her yerde kamera olup olmadığını sordu. “var” dedi pornocu, “tuvalet ve duş kabini haricinde her odada, her açıdan görebilecek şekilde monte edilmiş onlarca kameramız var.” Cümlesini bitirirken ağzı da ukalaca bir gülüş için yavaş yavaş kıvrılıyordu. Sakalsız suratında sinsilik vardı. Ama aldırışı etmeden biz de gülümsedik. Hâlbuki her açıdan görebilen kameralar keyif verecek bir şey değildi. Çok organize bir işin içinde olmaktı hoşumuza giden. Bizim için tertip edilmiş servis araçları, mikrofonlar, asistanlar, duş kabinleri falan…
“başlayalım mı?” diye sordu. Saatin kontrol ediyordu. “evet” dedik yine birbirimizin suratını incelerken. Beni gösterip “siz 1 numara olacaksınız” dedi, “ilk sizi alacağız.” İtiraz etmeme kalmadan şoför bavulumu önüme koydu. Ben bavulumu sürüklerken asistanlardan biri bana yolu göstermek için biraz önümde hızlı adımlarla ilerliyordu. Bir yandan da tek kulağına taktığı siyah bir kulaklığa bastırarak bir şeyler geveliyordu. Beni evin önüne kadar getirdi ve eli hala kulaklığındayken “işte burası” dedi, “boş şanslar!” Sonra koşarak geri gitti.
Prefabrik evlere benzeyen bu stüdyo, kapıcı daireleri gibi yer seviyesinin biraz altında inşa edilmişti. Üstü şeffaf bir tenteyle örtülü sera gibi bir bahçeye küçük bir merdivenle inip bahçedeki başka bir kapıyla da eve girdim. Hoparlörlerden hareketli bir pop şarkının “intro” kısmı bangır bangır çalıyordu. Şarkı, her müzik markette ve her korsan tezgâhında durmadan çalınan yazın en gözde ve en berbat parçalarından biriydi. Fakat ondan daha berbat ona bir şey vardı: o da hoparlörlerden şarkıyla beraber duyulan kadın sesiydi. Kapı kapı dolaşıp tencere, tava satamaya çalışan pazarlamacıların hızlı ve kendiden emin konuşmasını andıran bu ses, bize ve seyircilere, ama en çok seyircilere evimizi tanıtıyordu:
“evimizde ikişer kişilik üç oda bulunmaktadır.”
“evimizde iki banyo ve bir tuvalet bulunmaktadır.” Dekoratif bilmem nelerle uyumlu dekoratif koltuk takımlarından falan da bahsetti biraz. Giriş kapısı salona açılıyordu ve salonla mutfak iç içeydi. Bavulumu şık ve kırmızı koltuklardan birinin arkasına yaslayıp etrafıma bakınmaya devam ettim. Hoparlörlerin verdiği ve her bas ritminden beynimi tekmeleyen müziğe rağmen yaşanası bir yere benziyordu. Güzel, kariyer sahibi bir kadın ve dünyalar tatlısı iki çocukla oluşturulacak bir çekirdek ailenin rahatça yaşabileceği bir yere benziyordu. Hizmetçisi veya temizlikçisi veya aşçısı olan bir ailenin bile yaşayabileceği bir yerden bahsediyorum.
Metal kapılı geniş buzdolabı parlıyordu. Mermer tezgâh üzerindeki kavanozlar parlıyordu. Tavandan odaya dik bir şekilde inen parlak ışıklar altından kırmızı kanepeler bile yakut gibi parlıyordu. Koridordaki odaların kapısını teker teker açtım. İnşaatı yeni tamamlanmış odalarda hala taze boya ve tiner kokusu duyuluyordu. Yan yana üç odada pazarlamacı kadının da belirttiği gibi ikişer yatak vardı. Odaların karşısındaki sırada ise iki banyo ve alafranga bir tuvalet duruyordu. Banyoların hemen hemen her şeyi aynıydı. Duşa kabinleri, lavabo dolapları, havluları, üzerinde kanalın logosunu taşıyan banyo halıları… Koridorun diğer tarafında ise salondan daha büyük başka bir oda vardı. Oda; müzik seti, bilardo masası, koşu bandı, masaj koltuğu, elektronik baskül gibi daha insani eşyaların yerleştirilebileceği genişlikteydi.
Odalarda ve kafamın içinde yankılanan kadın sesi ev tanıtımını, nihayet, bitirip “evet, ilk yarışmacımız Burak bey evimizin odalarını heyecan içinde geziniyor” demeye başlayınca koridordan geçip mutfaklı salona döndüm ve koltuklardan birine oturup hiçbir şey yapmadan beklemeyi tercih ettim. Ses, diğer yarışmacının da az sonra içeri gireceğini belirtti. Kapı açıldı ve dışarıda benimle birlikte Sami denen pornocu kılıklı prodüktörün direktiflerini dinleyen suratı kemikli, uzun boylu herif elinde bir bavulla içeri girdi. Ben karşılamak için ayağa kalkınca, bavulunu bir köşeye bırakıp hızla iki adımda yanıma geldi ve “merhaba kardeşim!” deyip tokalaştı. Diğer eliyle de omzumu kavradı. Çok geniş bir gülüşü vardı ve inci beyazı dişleri parlak tavan ışıkları altında gözlerimi yoruyordu. Ve beni ilk gördüğü an o tokalaşma anı değildi ve hayır, üç dakika içinde bu denli “kardeş!” olamazdık. “ben Tamer” deyince “ben de Burak” dedim. Bunun üzerine ikimizde memnun olduğumuzu birbirimize ve tüm izleyenlere belirttik. Sonra memnun ve sırıtkan suratlarımızla odaları dolaşırken diğer yarışmacı anons edildi. Benimle aynı arabada gelen sarışın odaya ayak bastı. “adım Ayça” dedi. Bu kez üçümüz odaları memnuniyetle tekrar tekrar dolaşırken dördüncü yarışmacı içeri girip kıvırcık saçlarının arasından “adım Neslihan, tanıştığımıza çok sevindim” dedi ve kafilemize katıldı. Hemen sonrasında beyaz saçlı hafif göbekli biri içeri dalıp “herkese merhaba” dedi, “benim adım Adnan.” Ben memnuniyetten komaya girmek üzereyken, tuğla kalınlığındaki kitabını güçlükle taşıyan gözlüklü kadın zıplaya zıplaya yanımıza gelip “eh, ben de Dilek” diyordu. O kadar memnunduk ki diyecek herhangi bir kelime bulamıyorduk. Sadece, odaları dolaşırken ağzımızdan etrafa saçılan köpüklerle aralıksız gülümsüyorduk. Zehirlenmiş olabilirdik.


3. Eve giriş sıramız, bizim için uygun gördükleri numaralara göre oldu. Ben 01’im mesela. Dilek ise 06 numarayı alarak eve son giren oldu. Bu numaralar, bizi desteklemek isteyen insanların dört haneli bir numaraya onlarca kontör karşılığında yollamaları gereken kod numaraları. Bizim kod adımız gibi. Hoparlördeki kadın sesi, biz odaları defalarca kere gezerken numaralarımızı, bir kâğıttan okuyormuş gibi durmadan ve sıkılmadan tekrarlıyordu. Kadın böyle devam ederken benim canım hakikaten sıkılmaya başladı. Dayanamayıp koltuklardan birine oturunca diğerleri de oturdu ve herkes bir şeyler anlatmaya başladı.
Anladığım kadarıyla ve ne tesadüfse hiçbirimizin sevgilisi yoktu. Hiçbirimiz evli değildik. Sadece ve sadece, bizi televizyonları karşısında hasretle izleyen annelerimiz ve babalarımız vardı. Kendi yalanımın farkındaydım. Onlarda kendi yalanlarının farkındaydılar. Yine de üç kadın ve üç erkek olarak üç mutlu çift oluşturabiliriz diye düşünüyorum. Eğer prodüksiyon sağlam olsaydı altı değil on iki, hatta yirmi kişi bile yarışabilirdi. Ve bu sayı muhakkak ikinin katlarında artacaktı. Ne kadar erkek o kadın. Herkesin durmadan sitem ettiği sosyal düzeydeki kadın-erkek eşitliği böyle telafi ediliyordu işte.
Ve öğrendiğim kadarıyla, ben hariç geri kalan beş kişinin herhangi bir işi varmış. Hatta hobi olsun diye yaptıkları başka başka işler. Eğlencesine yaptıkları. Adları geçsin diye yaptıkları. Mesela Tamer’in asıl işi kuaförlükmüş ve hobi olsun diye mankenlik yapıyormuş. Biz onu meraklı bakışlarımızla dinlerken o çalıştığı reklam ajanslarının isimlerini teker teker ve bastıra bastıra sayıyordu. Saydığı her reklam ajansı ismi kameralardan geçip televizyonlara ulaşıyordu. Ayça, “ben de orda çalışıyorum” dedi. Tamer’in saydığı ajanslardan birinde metin yazarlığı yapıyormuş. Biz de merakla hangi reklamların metinlerini yazdığını sorduk. Ve o da Tamer gibi saymaya başladı. Saydıklarının hemen hepsi, bana göre bombok reklamlardı. Büyük süper marketlerin ve bazı giyim mağazalarının reklamlarında, sırf mağazanın ismiyle uyumlu olsun diye hazırlanan saçma sapan sloganların hepsi ona aitmiş. Ve “işten fırsat bulduğum zamanlarda da resim kursunda çalışıyorum” diyordu, “gönüllü olarak hem de.”
“ay ne güzel” dedi Dilek, “ben de ilkokuldan beri resimle uğraşıyorum ama işten fırsat bulup bir türlü profesyonelliğe dökemedim.” Dolayısıyla onun da ne iş yaptığını sorduk. “anaokulu öğretmeniyim” dedi ve bir semtteki bir binanın altındaki bir anaokulunun açık adresini vermeye başladı. Tüm sokaklar ve caddeler ve dükkânlar kameralardan geçip televizyonlara ulaştı. Sonra o çok meraklı bakışlarımızı Neslihan’ın cümlelerine odaklamaya başladık teker teker. “ben çocukları çok severim” diyordu. Hemen ardından kuzenlerinden bahsetmeye başladı. Dünyalar tatlısı yaramaz kuzenlerinden. “büyük ablamın bir kızı var, okumayı yeni yeni söktü; dükkânımdan kitap yetiştiremiyorum ona, deli gibi okuyor.” dedi. Dilek sordu: “kitapçı mısınız yoksa?”
“evet, küçük bir kitap evim var da” dedi, “yarışmadan sonra gelip bir çayımı içersiniz artık.” diye ekleyip titreyen dudaklarıyla gülümserken kendisinin de bir kitap kurdu olduğunu üsteleyen Dilek, okuduğu ve okumakta olduğu kitaplara dair Neslihan’la bir muhabbete girmeye çalıştı; ancak Neslihan sattığı şeyleri kendisi de kullanan tüccarlardan değildi. Dilek’in kitap aşkı, odanın içinde sivrisinek muamelesi görünce sıra, küçük çaplı bir iş adamı olan Adnan Bey’in ağzından dökülen, konser organizasyonlarına dair, yurtdışı seyahatlerine dair, milyonların bayılarak dinlediği kimi şarkıcılara dair lafları ilgiyle ve hayranlıkla dinlemeye geldi.
Tamer’in, “yahu abi, ben hastasıyım onun şarkılarına. Hakikaten sağlam sanatçılarla çalışıyormuşsunuz” diye iltifat etmesi, Adnan’ın göğüs çevresinde gözle görülür şişliklere, kabarmalara neden oldu. Sonrasında beş çift meraklı gözün bana yönelmesiyle muhabbettin başından beri hemen hemen hiç konuşmadığımı fark ettim. “siz ne iş yapıyordunuz” diye soruyordu Dilek. Nefesimi toplayıp “özel bir kaldırım şirketinde mühendisim ben” dedim. Kesinlikle doğru söylüyordum. Teorik olarak. Fakat suratımdaki ciddiyetle cevabımdaki lakaytlık birbiriyle çelişince gülmekle gülmemek arasında anlık tereddütler yaşadılar. Bu espri karmaşası içinde boğulmalarına ramak kala, sırıtmaya başladım. Her şeyin boktan bir şakadan ibaret olduğunu anlayıp onlar da gülmeye başladılar. Sabun köpüğü gibi gülüşler attılar.
İşte buna para denir. Veya onun bir arada tutma becerisi. Veya kaynaştırma, sohbet ettirme, âşık ettirme, hayran bıraktırma becerileri. Tüm insanlığın ortak paydası. Herkesin iyiliği için. Çünkü herkes halinden öyle ya da böyle memnundur.


4. Dilek, bugün iş bölümünden bahsediyordu. Evin rahat ve yaşanılır bir yer olması yapmamız gereken rutin işleri bize paylaştırırken yemek masasının etrafına dizilmiş bekliyorduk. Dilek, elinde tuttuğu haftalık çizelgedeki boş kutucukların içine isimlerimizi yazacaktı. Ve sordu: “yemek yapmayı kim ister?”
Tüm bunların öncesinde, Neslihan ve Dilek’in birlikte özene bezene hazırladığı kahvaltı masasında oturmuş ekmeklerimize bal, tereyağı ve krem peynir sürerken Dilek şunu da sordu: “oda paylaşımını nasıl yapalım?”
Dün akşam, bavullarımız tamamen rastgele bir şekilde hangi odaya yerleştirdiysek geceyi de o odada geçirdik. Mesela ben ve bavulum, Dilek ve koca bavulluyla aynı odayı paylaştık. Tamer, Neslihan’a rast gelmişti. Adnan da şu diğer kıza. Dilek hanımın asıl sormak istediği şey de, odaları değiştirmek isteyip istemediğimizdi.
Tüm bu günün öncesinde, dün akşam yataklarımıza yavaş yavaş yerleşirken Dilek bana gülümseyerek şunu sordu: “umarım horlamıyorsundur Burakçım.” Ve gülümsemeye devam etti. Fakat her gülümseme yumuşatıcı etki yaratmayabilir. “bilmiyorum” dedim, “ama şimdiye kadar hiç şikâyet eden olmadı.” Sonra evden getirdiği çiçekli, pembeli nevresimlerle hazır çarşafları değiştirmeye devam etti.
Ağzımıza kahvaltılık gıdaları nezaketle yerleştirirken Dilek’in sorusu üzerine birbirimize bakındık. Dilek’ten başka oda değişimi isteyen yok gibiydi. “yahu tüm eşyalarımızı falan yerleştirdik” dedi Ayça ve gülümseyerek “şimdi bir daha mı toplayalım?” diye ekledi. Adnan, çayından koca bir yudum almadan önce “bence de kalsın, gerekirse sonra değiştiririz” dedi ve o beklenen yudumu aldı.
Dilek, “yemek” kutucuğunun içine birimizin ismini yazmak için beklerken birbirimize, aramızdaki aşçıyı bulmaya çalışırcasına merakla bakınıyorduk. Ne var yazık ki kimse buna gönüllü olmak istemedi. Dilek hariç. “tamam o zaman, yemeği bana bırakın” dedi. “peki ya odaların temizliği?”
İki büyük salon için iki kişinin ismi gerekliydi. Adnan ve Ayça birlikte atladılar. Yatak odalarının temizliği için Neslihan ve Tamer gönüllü oldu. Tamer, “ben mutfakta sana da yardım edebilirim” dedi ve küçük bir göz kırptı Dilek’e. Ve, ve, ve banyo-tuvalet işleri bana kaldı. Ve sanırım, kendimi yormadan yapabileceğim tek şey bu basit ve küçük yerleri temizlemekti.
Tüm bu iş dağılımının öncesinde, yani kahvaltıdan sonra, herkes hoşgörü içinde sırayla banyoyu kullanmış, tuvaleti götüyle sömürmüştü bile.
Paylaşımdan sonra öylece durduk. Odalar temizlik için henüz kirli değildi. Başka bir öğün yemek için fazlasıyla toktuk. Tuvalet ve banyo bekleyebilirdi. Kısacası yapacak pek bir şey yoktu. Dilek kitap okuyacağını söyledi. Çok heyecanlı bir kitapmış okuduğu. Birçok ülkede “bestseller” olmuş bile.
Ayça, sehpanın üzerindeki, güzel kapak fotoğraflarına sahip dergileri kurcalıyordu. Adnan, diğer odadaki koşu bandını çalıştırmaya uğraşıyordu. Tamer odasına çekildi. Dilek de kitabından iki sayfa okuyup kitabı bir kenara bıraktı ve Tamer’in yanına geçti. Ben yemek masasında oturuyordum. Başka başka insanlarla tanışmanın benim için zor bir iş olduğunu düşünüyordum.
Tüm bu hareketsizliğin ortasına, hoparlörlerden yüksek sesli bir yıldırım düştü. Telifi çatır çatır ödenmiş bir şarkının gümbürtüsü tüm evin içinde yankılanmaya başladı. Dilek’le Tamer odadan çıkıp içeri geldiler. Adnan da aynı şekilde. Kafamızı kaldırmış, hoparlörlere bakıyorduk. “boşuna çalmıyor ya, haydi dans edelim!” dedi Tamer. Dilek’in elini tutup havaya kaldırdı ve ona kendi etrafında bir iki tur attırıp belini kavradı. Ayça oturduğu yerden kafasını sallayarak şarkının ritmine uymaya çalıyordu. O sıra Neslihan yapay bahçeden içeri girdi. Girer girmez de tavandaki hoparlörlere gülümseyerek bakmaya başladı. Tamer, Dilek’i uçuruyordu. Adnan üç adımda Ayça’nın yanına gitti ve elinden tutup onu ayağa kaldırdı. Adnan, Tamer’in Dilek’e yaptığı hareketin aynısını Ayça’ya yapmaya kalkınca az kaslı kızın kolunu kırıyordu. Ama sıkılmamaya değerdi. “hadi biz de dans edelim” dedi Neslihan. Kalktık ve kafa, kol, omuz sallayarak dans ettik. Tüm özgün dans figürlerimiz kameralardan geçip televizyonlara ulaştı. Kahkahalarımız, kahkahalarımız ve kahkahalarımız da…


5. Evdeki herkesin göt deliğinin kıvrımlarını ve kızarıklığını tüm ayrıntısıyla görebiliyordum. Tüm pörsümüşlüğüyle. Adnan dahil, herkes mutfak tezgahından dirsekleriyle destek alarak önümde domalmış kıçlarını sergiliyorlardı. Tavandaki parlak ışıklar çıplak vücutlarını kamaştırıyordu. Bizi dansa zorlayan o şarkı çalıyordu hala kafamın içinde. Ve Adnan hariç, diğerlerinin bütün vücut kıvrımları, yaslandıkları mutfak tezgâhının mermeri kadar kılsız ve parlaktı. Ama Adnan’ınki… bel çukurundan başlayıp dizlerine, oradan ayak parmaklarına kadar olan bütün deriyi kaplamış olan kılları, kasık bölgesinde tam bir bulaşık teline dönüşüyordu. Bir kaosa sürükleniyordu. Tamer ve Adnan’ın testisleri, bacakları arasından kopmak üzereymiş gibi sallanırken, Dilek’in, Ayça’nın ve Neslihan’ın kırmızı, pembe ve yer yer mor görünen vajinaları alçıdan oyulmuş gibi sıkı duruyordu. Neyi beklediğimi bilmiyordum. Orda olup olmadığımdan bile emin değildim. Tek gördüğüm etler ve koca bir insanlığı içine çekebilecek kadar dipsiz olan deliklerdi. Tek duyduğum o rezalet ergen şarkısı ve inlemelerdi. “kendimi sana saklıyordum” diyordu Neslihan, “haydi yırt beni, ne olur!”
“bu tazeliğin tadına ancak sen bakabilirsin” diyordu Dilek.
“içime boşal!” diyordu Adnan-abi.
“geberene kadar…” diyordu Ayça. Berbat reklam sloganları gibiydi.
“bir de bunu dene” diyordu Tamer kalçalarını iki eliyle ayırırken.

Uyandığımda bacaklarımın arasında yoğum bir ıslaklık hissettim. Dilek henüz uyanmamıştı. Sol elimi külotun içinden o malum ıslaklığa değdirince, can çekişen bir salyangozu okşadığımı düşündüm. Rüyamda kimi, nasıl becerdiğimi hatırlamıyordum. Ve hatırlamazsam daha iyi olurdu sanırım. Banyo yapmak odadan çıktığımda Neslihan mutfak tezgahının yanındaki taburelerden birine oturmuş fincandan bir şeyler yudumluyordu. Beni görürü görmez “günaydın!” dedi, “gelsene, bir çay içelim.”
Karşısına oturdum. Bütün vücudum balçıkla sıvanmış gibiydi. “alıştın mı yatağına?” diye sordu Neslihan bana da çay doldururken, “ben pek alışamadım da. Uyku tutmuyor.”
Rüyamdaki Neslihan’ın bana sunduğu delikleri düşünüyordum. Gerçek Neslihan ise karşımda oturmuş çay içiyordu. Yamuk dişlerinin arasında sarılıklar ve siyahlıklar vardı. “alışıyorum yavaş yavaş” dedim, “sen de alışırsın”
O cevabıma gülümserken ben, kameraların yayında olup olmadığını düşünüyordum. Sabahın bu saatindeki izleyici yoğunluğunu. Çayından küçük bir-iki damlayı daha yutkunup “sıkılıyorsun değil mi?” diye sordu. “pek değil, idare ediyorum işte” dedim. Sonra tekrar sordu: “konuşmayı pek sevmiyorsun galiba?”
“yok ya, o değil de yatarken biraz terlemişim, ter kokum seni daha fazla rahatsız etmeden duş alsam iyi olur diye düşünüyordum” dedim. Gülümsedi ve tezgâhın üzerine bıraktığım sol elimi, üç parmağıyla hafifçe tuttu. “yok canım, ne kokusu” dedi, “ama yatak nasıl sıcak geldiyse artık ellerin bile terden sırılsıklam olmuş.”
Elindeki yapışkanlık hissini anlamaya çalışırken “neyse” dedim, “duş alayım kaldığımız yerden devam ederiz.”
“tabi olur, bekliyorum” dedi. Kafasından sarkan kıvırcık buklelerden birini, terimden ıslanmış eliyle kulağının arkasına iterken lanet olsun ki yine gülümsüyordu!

Giyindikten sonra, kulağımdaki kulak çubuğuyla beraber oturma odasına girdiğimde Dilek’le Tamer mutfak tezgahında bir şeyleri kesip tabaklara koyup kahvaltıyı hazırlıyorlardı. Ayça’yla Adnan hala çıkmamışlardı odalarından. Neslihan ise yere çömelmiş, elektrikli süpürgeyi kurcalıyordu. Yatak odalarının temizliği için. Su almak için buzdolabına yaklaşırken, “banyoyu falan temizlemeyi ne zaman düşünüyorsun?” diye bir sordu Dilek. Üzerinde, bir meşrubat markasının fosforlu logosunu taşıyan bardaklardan biriyle suyumu yudumluyordum. “tamam, bir iyice kirlensin temizlerim” dedim, “şimdi çok da kirli değil bence.”
Çekmeceden çatalları ve bıçakları, birbirlerine değerken çıkardıkları metalik gürültüyle çıkarıp aynı gürültüyle tezgaha çaktı. Tamer ilgilenmiyor gibi gözükmeye çalışırken doğrama tahtasına yatırdığı salatalığı dilimliyordu. “bak Burak, evde herkes işini yapıyor. Tamer görevi olmamasına rağmen bana yardım bile ediyor. Ama sen…” diyordu Dilek bir elini tezgaha dayamışken, “ama sen hala işleri aksatmak için can atar bir halde, keyfimizi kaçırmaya çalışıyormuş gibi, üstüne düşen görevi yapmamakla beraber…”
O ara Neslihan süpürgeyi çalıştırmayı başardı ve matkap sesini bile bastırabilecek bir motor gürültüsüyle koridora doğru ilerlemeye başladı. Ses, Tamer’le paylaştığı odaya doğru uzaklaşırken çok az da olsa etkisini yitiriyordu. Ve ses, odayı silip süpürmek üzere odaya girip kapıyı da kapattı.
“anlatabiliyor muyum Burak?” diyordu Dilek, peynir dolu tabağı, çatalları ve kaşıkları yemek masasına dizerken. İçimden bir ses, “sakin ve anlayışlı ol” diyordu. Ses, pornocu editör Sami’nin sesini andırıyordu. “peki,” dedim, “kahvaltıdan sonra her fayansın arasını fırçayla temizlerim.”
Elektrikli süpürgenin bastırılmış gürültüsü, odayı talan ediyor gibiydi. Ayça odadan çıkarken “çok kafa adammışsın Adnan abi” diyordu. Sonra suratındaki gülen ifadeyi bozmadan banyoya girdi. Adnan da farklı bir gülen suratla odadan çıkıp “günaydın millet!” dedi ve diğer banyoya girdi. Süpürge makinesinin sesi kesildi. İşte o anda beynin, ses reseptörlerinin ekolayzır ayarını tekrar eski haline getirdiğini fark ettim. “bak buna çok sevinirim Burak!” dedi Dilek yüzünü ekşiterek.
Kahvaltı masasında toplandık.
Tekrar peynir, yeşil zeytin, tereyağı, kaymak, bal ve tekrar bunların hepsi.
Sonra her iki banyonun da insan kiri, yağı ve tüyüyle kaplanmış fayanslarını fırçaladım, paspasladım. Lavanta parfümlü deterjanlarla parlattım. Bir daha hiç kullanılmamak ve sergilenmek üzere müzelere kaldırılacakmış gibi temizledim klozeti. Sifon tuşunu ve lavabo deliklerini. Duş başlıklarını ve aynaları.
Sonra, yani birkaç dakika veya saat sonra, klozet tüm ihtişamını yitirmişti bile.


6. İşte, bugün Sami denen herifin “nezaket” konusunda hepimize aynı sinsi tüyoları verdiğini anladım. Neredeyse eve geldiğimizden beri suratlarımızda gördüğüm tek şey, gülücükler ve sıkılmış çene kaslarının şişkinliğiydi. Dişlerimizi sıkarken gülümsemeye çalışmak… Birbirlerinin tuvalet, banyo veya yemek alışkanlarına tanıdık olmayan altı insan, hayatlarının bir bölümünü kurtarabilecek bir ödül için canlı yayınlanan bir hapisliği göze almışken kulaklarına yavaşça eğilip nefesinizin buharıyla “anlayışlı ve kibar olun, her şeye rağmen” derseniz bombanın pimini de çekmiş olursunuz. Ve bu da asıl istenen şeydir.
Eski kocasının lanet tansiyon hastalığı yüzünden yemeklerde tuz kullanmayı unutmuş olan Dilek’in hastane yemeklerine bir yere kadar dayanabilirsiniz. Gerçekten. Veya Adnan’ın her fırsatta anlatabileceği, adını ilk defa duyduğunuz şehir isimleriyle, yıl ve ay hatta gün vererek ukalalığa boğduğu gezi anılarına bir yere kadar dayanabilirsiniz. Ya da Neslihan sizi banyonun önüne nazikçe çağırıp elindeki kullanılmış tıraş bıçağını göstere göstere sallar. Tam o sıralarda Ayça, “ya bu koşu bandının ayarıyla kim oynuyor?” diye feryat eder. Ayça’yı duyan Adnan, içtiği meyveli sodayı hemen sehpaya bırakıp arkanızdan geçerek büyük odaya, Ayça’nın yanına gider. “sen nasıl banyo ve tuvaletten sorumlu bakansın ha? Bak seni partiden ihraç ederiz.” der Neslihan şakayla karışık ve gülümseyerek. Neslihan’a “tamam, daha dikkatli olurum.” derken dişlerinizi de sıkarsınız. Ama herkesin gülümsediğinizi sanacağı şekilde sıkarsınız. Anlayışınız için size teşekkür eder, kıllı tıraş bıçağını elinize bırakır ve arkasını dönerek tuvalete gider. Nezaketinizi kutlamak için sessizce sıçacaktır sadece. O an aklınıza, playback yapan popçu mankenlerin, şarkılarındaki erkek rap vokalini söylemeye çalışırkenki rezil görüntüleri gelir. Ayça’nın, “bak Adnan abi doktorlar da böyle diyor, en ideal devir buymuş” diyen sesini güçlükle duyarsınız. Çünkü Tamer, muazzam yemekler pişiren Dilek ablası için gitar çalmaya başlamıştır, manikürlü elleriyle.
Adnan, Ayça kardeşini orta yaşlılara haz buruşuk bir şehvetle becermek isterken, Dilek de Tamer tarafından gençliğin enerjisiyle becerilmek istemektedir. Resimde bunlar vardır sadece. Siz de Neslihan için bunlar gibi şeyleri pekala düşünebilecekken vazgeçip sigara içmeye karar verirsiniz. Evde içeceğiniz ilk sigaradır. Fakat çakmağınız yoktur. O yüzden plastik bahçeye çıkmadan önce mutfaktan ateş almak zorunda kalırsınız. Dilek “aa sen sigara da mı içiyorsun?” diye şaşırırken, Tamer “abi ne anlıyorsun bu şeyden.” Diyerek sağlığınızı düşünmüş olur bir nebze. “çok içmiyorum” dersiniz kameralara, “arada sırada işte.”
Koşu bandı döner, klozetin boklu girdabı döner, tenceredeki tuzsuz ve sağlıklı çorba döner. Her şey dönemeye devam ederken, bahçenin şeffaf branda tavanına dumanı üfleyip şunu dersiniz: “bu duman gerçekten iyi şekiller çıkartıyor.”

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bir Dilim İnsan

1. Bugün, diksiyonu haddinde fazla düzgün bir herifin bilgiç bakışlarına, hava haddinden fazla sıcakken ve ben haddinden fazla açken maruz kalınca eve döndüğümde kapıyı çakarak içeri girdim. Binada yankılanan gürültü beni az da olsa kendime getirdi. Alelacele tişörtümü çıkartıp banyoya daldım. Kafamı musluğun bol kireçli suyu altında birkaç saniye beklettim. Rahatladığımı hissedene kadar. İçeri geçip yere attığım tişörtü giydiğimde, odanın içinde yıkanıp mümkünse ütülenmesi gereken diğer giysileri de görünce canım yine sıkıldı. Pantolonların katlanması kolaydı da gömleklerin ve tişörtlerin giyilmeye hazır hale getirilmesi sancılıdır benim için.
Hepsinden önemlisi karnımın ciddi ciddi guruldamasıydı. Ama önce gönderdikleri mesajı bir daha okumalıydım. Bilgisayar ekranından “Tebrikler!”le başlayıp “Başarılar”la biten yazıyı tekrar okudum. Bu iki kelime arasındaki ciddiyet dolu satırlar üstüne o herifin bahsettiği kurallar ve zırvalar başlardaki heyecanımın yerini boktan bir görev sorumluluğuna bıraktı.
Nihal’le görüşecektim bugün. Ama önce bir şeyler yemeliydim. Buzdolabından üzerinde kurumuş tavuk dışkıları olan yumurtalardan iki tane çıkartıp tavaya kırdım. Ama sonra dalgınlıktan yağ koymadığımı fark edip hala cıvık olan yumurtaları başka bir tabağa naklettim. Ardından tavayı yağlayıp denedim. Bu kez kızardılar. Ayaküstü yedim ve pek hoşuma gitmedi. Üzerine serpiştireceğim bir tutam bile pul birer kalmamıştı evde. Ekmekler de bayattı.
Ağzım yumurta kokmasın diye dişlerimi de fırçaladım. Ağız kokusuna pek tahammül edemem. Ağız kokum ilk önce beni rahatsız eder. Kimi zaman öyle ağızlardan öyle iğrenç kokular soludum ki midem bulandı. Etkili bir tuz ruhuyla o kokan ağzın içini fırçalamak istedim. Sonra vazgeçtim.
Nihal’le, garsonların siparişinizi hatırladıkları kadarıyla getirdikleri o kafede buluştuk yine. Dışarıdaki masalardan birinde elinde sigarasıyla beni bekliyordu. Beni görünce gülümser gibi oldu. Ama sanki aklına o anda kötü bir şey geldi ve gülümsemeyi kesti. Onu öpüp karşısına oturdum. “iyi misin?” diye sorduğumda “iyiyim” dedi. “iyiyim” derken bile sıkıntılı görünüyordu. O ara sigarasını söndürdü. Tek hamlede “ne yaptın?” diye sordu. Neyi kastettiğini çok iyi anladım. Galiba sıkıntısı da bu konuyla ilgili merakından kaynaklanıyordu. Cevap vermeye hazırlanırken unutkan garsonlardan biri gelip arzularımızı sordu. Saçlarını yağlı bir şeyler geriye yatırmıştı. Parlıyordu. Ve iğrenç görünüyordu. Limonlu soğuk çak istedim. İki kere de tekrarladım. Nihal su istedi. Bu kafenin bizim için tek avantajı ikimiz için de yürüme mesafesinde olması. Evet, kesinlikle bu.
O bir sigara daha yakınca anlatmaya başladım; zira ben anlatana kadar paketi bitirebilirdi.
“gittim işte görüşmeye. Format bildiğimiz format. Pek bir farklılık yok. Sadece kişi sayısını azaltmışlar.” dedim.
“kaç kişi olacakmış ki?” diye sordu ve ben “altı” dedim. “çok az değil mi?” dedi. “evet” dedim, “ama ticari kaygıymış. Eğer istedikleri gibi gitmezse –ki eski format olduğu için gitmeyebilirmiş, temizleyebilecekleri bir leke olsunmuş.”
Anlar ve hak verir gibi başını salladıktan sonra sigara paketini uzatıp sigara ikram etti. “yok, kalsın” dedim, “azaltmaya çalışıyorum. Evde sigara içmememiz iyi olurmuş.”
“o herif mi söyledi bunları?” diye çıkıştı, “evet” dedim. Ağzındaki dumanı yavaş yavaş masaya üflerken “zıkkım iç” dedi. Sonra gözlerini kısıp “başka ne gibi akıllar verdi sana?” diye sordu. “şey…” dedim, “aşk meşk meseleleri önemliymiş. Ve neredeyse tek mesele oymuş.” Siparişimizi alan değil de başka bir garson elindeki tepsiyle masaya yaklaştı. Yaşı küçük birine benziyordu. Ama onun da saçları yağlıydı. Herhalde mutfaktaki fritözlerin içinde katılaşan kızartma yağlarını sabah bütün çalışanlar saçlarına sürüp öyle mesaiye başlıyorlar diye düşündüm bir an. İşletme prensibi falan.
“affedersiniz” dedi, “şeftalili çay kalmamış da limonlu getirdim, olur mu?” diye sordu. Ona “olur” dedim, kendi kendime de “ne garip garsonlar” dedim içimden. Nihal’in de suyunu bıraktı ve adisyon kağıdına çizikler atıp saygıyla uzaklaştı. “o herif, sevgilim olup olmadığını sordu ilk önce” dedim, “sonra, orda tanışacağımız insanlarla iyi geçinmekten, samimi olmaktan, sıcak ilişkilerden falan bahsetti. Tam bir pornocu gibi konuşuyordu.” dedim, “sanırım bunlar da bazı tüyolardı.”
“peki, sen ne cevap verdin o pornocuya?” dedi Nihal. Kendimi sorgulanıyormuş gibi hissettim. Çünkü harbiden sorgulanıyordum. “sevgilim yok dedim herife.” Nihal suyundan bir iki yudum alıp suratıma pis pis baktı. “niye yalan attın” dedi haklı olarak, “ne gibi planların var olum!”
“işte ‘aşk meşk’ meselesi de aslında bu” dedim, “izleyicilerin gözüne bir şekilde girmen gerekiyormuş; bunun en sağlam yolu da takdir edilecek bir ilişkiyi gözler önüne sermek, sergilemek, reklamını yapmak.” Sigarasını söndürürken “çok adi bir herifsin!” dedi, “en az o pornocu kadar.” Bunu derken ağzında hala sigara dumanı vardı ve onu öksürttü. Bir yudum daha su aldı. Aklıma ısınmakta olan soğuk çayım gelince bir iki yudum alıp masaya bıraktım. Bardak terliyordu, tıpkı benim gibi. Dayanamayıp bir sigara yaktım. “Nihal” dedim, “birlikteliğimizin kıçı kırık bir forma işlenip işlenmemesi çok da mühim değil. Köprüyü geçene kadar işte. Sonra hep beraberiz. Anlayışlı ol lütfen”
“neyse” dedi. Yumuşamışa benziyordu. “ama bu senin adi bir herif olduğun gerçeğini değiştirmez.” Gözlerimin içine bakıp ukala bir tavırla gülümsüyordu. Gülümsemesi iyiydi. Rahatlamış hissettim kendimi. “iki- üç gün sonra gidiyorum” dedim, “eğer işler iyi giderse bir iki ay kalırım orda.” Bir şey demedi. Gözlerini masanın üstüne dikmişti. “bavulumu hazırlamama yardım eder misin?” diye sorduğumda gözlerini bana doğru çevirdi ve “tamam” dedi, “hadi size gidelim.”
Elbiselerimi yıkadı, ütüledi ve katlayıp hazır bir hale getirdi. Ben o sıra evi temizlemeye çabalıyordum. Bulaşıklar, banyo ve tuvalet berbat görünüyordu. Ama hallettim sayılır. İşimiz bitince de sebzeli makarna yapıp yedik. Nihal’den bu gece kalmasını istedim az evvel; kabul etti. Ama şimdi televizyon karşısında uyukluyor.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Olur Öyle

ağlıyordum;
ve gırtlak kanseri bir herifin
tıslayarak feryat edişine benzer sesler çıkartarak ağlarken ben,
ne yumuşak dokunuşlu kağıt mendiller vardı
ne de moral verici dostane zırvalar
merkezinde kendimi bulduğum bir dünya çoktan telef olmuştu
aynı şarkıyı bozdurup bozdurup harcıyordum günlerdir
kafamın içinde dönüyordu
ve gün geçtikçe daha da hızlanıp sektiğini hissedebiliyordum
şarkılar ve sahneler oradan oraya sekerken
göz kapaklarımı sıkıyordum
kendimi tavandaki kara sineğin bakışlarına hapsedip
yatarken kıvranan kendimi izleyebiliyordum bazen
acınacak bir halim olduğunu düşündürtüyordu sevgili sinek
ve sanırım,
artık yerinde olmayan bademciklerimin arkasından
karın boşluğuma kadar hissettiğim sızının da sebebiydi o
ve platonik çırpınışların öfkesi de bu sayede harnalıyordu

sol yanım ağrıyordu;
ama bu ağrı,
ucuz arabesk şarkılarda boku çıkarılanlardan değildi sanki
üstelik mecaz olamayacak kadar gerçekçiydi
ucuz sigaralardan da olabilirdi bu ağrı ve ruhsal tıkanmalar
sigaralar bile üzüntüden içilebilirdi o mevsimde
öyle bir havası vardı her şeyin
grinin en kirli tonlarına dönüşüyordu görüntüler
intiharın eşiğindeki zihnimizde,
en beceriksiz ressamlar olarak
sanatın karizmazından nasibini alamamış resimler çiziktiriyorduk
içinde yaşamadığımız bir dünyaya dair
ve içinde yaşamadığımız bir dünya her zaman
daha zararsız ve daha güzel duruyordu
işin rengini değiştiren şey ise
şımarık ve çaresiz bir başlangıçtı
en büyük sıkıntı da buydu,
haşlanmış yumurta kokan acılar çekerken