10 Eylül 2010 Cuma

Bitmeyen Kibrit

Geniş sırt veya göğüs dekolteleri yüzünden altlarına herhangi bir sutyen giyilemeyen parlak ve ağır gece elbiseleri giymiş, iri göğüslü ve yağlı ve etli onlarca kadının kocalarıyla katıldıkları yardımseverlik balolarından birinde, beyaz ipek örtülü yuvarlak masalardan birine oturmuş genç bir adam birden bire ayağa kalktı. Konuklar, ayağa kalkan bu kısa saçlı kaypak suratlı adama bakmak yerine, başlangıç yemeğinden sonra, etli bir ana yemekten önce, masalara ara sıcak olarak getirilen börekleri veya çeşitli salataları tabaklarına yavaşça alıp küçük lokmalar halinde çiğnemeyi tercih ettiler ilk önce. Bir piyano, bir keman ve bunların virtüözlerinden oluşan küçük bir orkestra yumuşak bir yemek müziğini çalmaya devam ediyordu, kırmızı kumaşla kaplanmış küçük bir sahnenin üstünde. Sonra adam, cebinden çıkardığı, haznesine plastik bir kalem sokulmuş mürekkep hokkasına benzeyen dökme plastikten yeşil ve şeffaf olmayan bir şeyi omuz hizasına kadar kaldırıp konuşmaya başladı:
“siz güzel hanımların ve centilmen eşlerinizin katılarak şereflendirdiği bu özel davette bulunmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu belirtmek isterim öncelikle.”
Adamın gür ve kendinden emin sesini duyan o güzel hanımlar ve genellikle bıyıklı, göbekli ve kel olan centilmen beyler, tuttukları gümüş çatal ve bıçakları tabaklarının kenarına bırakıp pörsümüş ve incelmiş bir deriye sahip yeşil damarlı elleriyle bir alkış tutturdular. Adamın sesini duyamayacak kadar yaşlı olanlar ise çoğunluğa ayak uydurup alkışladılar sadece. Tüm konuklar, daha önce katıldıkları yüzlerce baloda olduğu gibi, davetiyelerden önce ellerine geçen, o gece baloda neler olacağının saatine kadar yazılı olduğu listelerle öğrenip zamanı gelince de şaşırmış taklidi yaptıkları sürprizlerden biri sanıyordu bunu da. Dolayısıyla alkış tamamlandıktan sonra, ceketlerinin iç ceplerinden veya parlak taşlarla süslenmiş minik çantalarından o listeyi çıkartıp saatlerine de bakarak kontrol ettiler. Ama liste, tam o saatte ara sıcakların yeneceğinden ve yemek müziğinin, ana yemekler servis edilmeden önce küçük bir masa sohbeti için değişeceğinden bahsediyordu. Evet, tam o sırada yemek müziği değişerek daha hareketli ama yine de rahatsız etmeyecek bir hal aldı.
“bu elimde gördüğünüz ve sizlere tanıtma cüretinde bulunduğum aletin adı ‘bitmeyen kibrit’tir sevgili konuklar. Bu aletle artık ateşsiz kalmayacaksınız. Bunu size bir kardeşiniz ve bir abiniz olarak garanti edebilirim. Şimdi sorabilirsiniz kerameti nedir diye. Sizi merakta bırakmadan hemen anlatıyorum…”
Adamın yapmaya çalıştığı şey yabancı gelmiyordu hiçbirine. Bir vapurda ya da bir trende görmüşlerdi buna benzer bir gösteriyi. Toplu taşıma araçlarına bir kere bile olsun binmemiş konuklar dahi televizyon sayesinde görmüşlerdi. Fakat böyle bir pazarlama gösterisinin böyle özel bir davette sergilenmesine hala anlam veremiyorlardı. Hiçbir boktan haberdar olmadıklarını birbirlerine sezdirmemek içinse kimse çıt çıkarmıyordu. Söz hala o adamdaydı. Haznenin içine sokulmuş plastik çubuğu çekti ve metal ucunu, hokkanın altındaki küçük bir çakmak taşı şeridine sürttü. Sürter sürtmez çıkan kıvılcımlar, plastik saplı metal çubuğun ucundaki küçük bir parça fitil bezini ateşlemiş oldu. Çubuğun ucundaki alevden yükselen siyah bir is havaya karışıyordu.
“işte gördüğünüz gibi, çubuğun ucunu alt taraftaki bu bitmez tükenmez şeride sürünce ateşimiz hazır. Bu aletin 2 yıl garantisi var ama ben size şahsım olarak ömür boyu garanti veriyorum! Ocağınızı, sobanızı, sigaranızı, mangalınızı… Aklınıza gelebilecek her yeri rahatlıkla yakabileceksiniz! Çubuğun metal ucu, paslanmaz, erimez, eskimez. Haznesindeki ispirto yirmi bin kullanımlık olup bitince sadece ve sadece iki damla ispirtoyla ilk günkü kadar yeni hale getirebilirsiniz.”
Bu adamı daha önce hiçbir yerde görmediklerini yavaş yavaş anlamaya başlıyordu konuklar. Ama hiçbiri bir salaklık yapıp gecenin tadını kaçırmak istemezdi. Sonuna kadar dinleyecektiler. Sonra elbet biri çıkıp mikrofonu eline alacak, küçük bir açıklamayla küçük berbat bir espri yapıp hangi yardım kuruluşuna para dökeceklerini söyleyecekti onlara.
“elektrikler gitti ve evde mum namına bir şey yok mu? Küçük kardeşlerim artık üzülmesinler! Ders çalışan kardeşlerim artık üzülmesinler! Çubuğun ucunu yakıp hazneye ters yerleştirin işte size bitmeyen mum! Gördüğünüz gibi kullanımı çok pratik ve temizdir.”
Şimdi herkes, havaya yağlı bir is bırakan ispirto alevini ilgiyle seyrediyordu. Ateşi ilk bulan mağara adamlarının heyecanla açılmış gözbebeklerinin içinde alevler nasıl dans etmişse binlerce yıl önce, bitmeyen kibritin alevi de aynı şekilde dans ediyordu konukların gözbebeklerinin oval ve parlak kısmında. Ama bu ilginin temelinde merakla birlikte gelen tedirginlik de vardı. Baloya gelmeden önce, lüks villalarında beyler kokalı gömlek yakalarına papyonlarını taktırırlarken; bayanlar ise elbiselerinin sırt fermuarlarını, yağlanmış basenlerinden başlayıp sırtlarına kadar çektirirlerken kafalarının içinde yapacakları konuşmaları ve gecenin akışını ezberlemeye çalışıyorlardı. Ve ezberlemeye çalıştıkları şeyler arasında böyle bir saçmalık yoktu. Böyle bir saçmalık karşısında yapmaları gereken şeyleri, danışmalara sormayı akıl edememişlerdi haklı olarak. Heyecan ise beyne hücum etmeye devam ediyordu.
Ana yemeklerin, beyaz üniformalı garsonlar tarafından servis edilme zamanı gelmişti. Ama garsonlardan ve nefis yemek kokusundan eser yoktu. Durumu kurtaran tek şey, yumuşak geçişler yapan orkestraydı. Adam ise durmadan çubuğun ucunu yakıp yakıp söndürüyordu. “söndürmek için üflemeye ya da sallamaya da gerek yok.” diyordu, “siz hiç kendinizi yormayın! İşiniz bitince çubuğu hazneye sokarsanız, gördüğünüz gibi, temiz ve rahat bir şekilde söndürmüş olursunuz.”
Bu durum hakikaten can sıkmaya başlamıştı. Öyle ki konukların hemen hemen hepsi, bu bekleyişten bir an önce kurtulmak için iç ceplerindeki çek defterlerine, altın kaplama dolma kalemleriyle binlerce lirayı göz kırpmadan yazmaya hazırdılar. Tavandan sarkan koca bir avizenin, salona güneş gibi yaydığı ışığının altında parıldayan yuvarlak masalarda küçük çaplı mırıldanmalar da başlamıştı bile.
“bu muhteşem ürünü benden almak zorunda da değilsiniz. Ben bir satıcıdan ziyade bir tanıtımcıyım, siz cömert vatandaşlarım için. İşte bu kâğıtta ürünün dağıtımcısı olan şirketin adresi yazılı; gidip oradan kendiniz de alabilirsiniz. Ama emin olun ki ürünü piyasada yirmi otuz liradan ucuza bulamazsınız. Ben size tanıtım fiyatına ikram etmeye hazırım. Yedi lira değil, beş lira değil! Sadece iki liraya benden alabilirsiniz.”
Zavallı zenginler, duydukları bu cümlelere bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Adamın üç-beş liradan kastının üç bin beş bin lira olduğunu sanıyorlardı. Zira bu ürünü piyasada elli liraya bile alsalar verecekleri gıcır gıcır banknota acıyamayacak kadar zengindiler.
“evet, sadece iki liraya alabilirsiniz! Böylece cebinizdeki bozukluklar da bir değer kazanmış olur.”
Evet, evet! Bu adam kafayı yemiş olmalıydı. Utanıp sıkılmadan böyle özel insanlardan böyle bir para talep etmesi tam bir hakaret gibi çarpıyordu kulaklara! Ama konuklar arasında daha naif olanlar da vardı. Ve bunlardan bazıları, bu tuhaf ürün için küçük bir fabrika açarak, adını bile bilmedikleri bu yardım kuruluşuna destek olmayı düşünüyorlardı.
Orkestra çalmayı bıraktı ve planlı ve hızlı hareketlerle toplanıp sahnenin arkasındaki simli kırmızı perdeden geçerek sahneyi boşalttı. Adam bir anlığına konuşmayı kesti. Masadaki suyundan bir iki yudum alıp konukların suratlarına baktı. O bir an içinde bakabildiği tüm suratlarda at dışkısına benzeyen bir şeyler gördü. Bir mimik, bir ifade ya da her neyse işte… Yüzünün asılmak üzere olduğunu fark edince hemen toparlandı ve öncelikle elindeki su bardağını masasına bıraktı. Ardından yavaş yavaş masaların arasında dolaşmaya başladı.
“almak isteyen var mı acaba?” diye sordu. Aleti elinde tutarken kendi etrafında dönüyordu. Bu nümayişe bir anlam vermeye çalışmaktan usanan konuklardan bazıları, hemen çek defterlerine sarılarak hızlı hareketlerle birkaç on binlik karadılar ve çekingen bir tavırla yerlerinden bile kalkmadan adama uzattılar. Gitgide masalarsan uzatılan çeklerin sayısı artmaya başladı. Birkaç saniye sonra ise bütün konuklar kollarını kaldırmış, beyaz bir çeki adama doğru sallıyorlardı. Adam küçük bir ıslık çaldı. Islıktan hemen sonra, adamın konuşmasının başından beri ortalıkta görünmeyen garsonlardan biri mutfak kapısından hızlı adımlarla çıkıp içeri girdi. Etrafına şöyle bir baktı ve vakit kaybetmeden kibarca sallanan çekleri aynı kibarlıkla toplamaya başladı. “teşekkürler” diyordu, “emin olun ki paranız birçok kimsenin işine yarayacak.”
“teşekkürler”
“çok teşekkür ederim”
“sağ olun, sağ olun”
Çekini garsona teslim eden konukların yüzüne bir rahatlama geliyordu. Bir daha kimin düzenlediği belli olmayan balolardan birine asla katılmayacaklarını kendilerine söz verirlerken biraz da tebessüm ediyorlardı. Tüm çekleri toplayan garson masaların geneline başıyla birkaç küçük selam verdikten sonra mutfağa döndü. Hemen ardından adam konuşmaya devam etti:
“hepinize ne kadar teşekkür etsem azdır sevgili dostlar! Beni sıkılmadan dinlediniz, ki lafı ne kadar çok uzattığımı bilirim; üstüne cömertçe yardımlarınızı bağışladınız. Ama bu gecenin esas düzenlenme nedenine vakit kaybetmeden geçmek gerekiyor. Zira salonun kiralanma süresi dolmak üzere” dedi ve küçük bir kahkaha attı. Adamın bu son cümlesini espri sayan konuklar da gülmeye başladılar. Ama en önemlisi, meraklarının sonunda giderilecek olmasıydı. Bunca saçmalığın bir açıklaması vardı elbette. Herkes gülmeyi kesince adam devam etti:
“sizi buraya öldürmek için çağırdık” dedi sinsice gülerek, “saçma ve anlamsız geldiğinin farkındayım, ama maalesef öyle.”
Konukların yutkunma seslerinden başka çıt çıkmıyordu. Anlamsızlığın doruklarında nefessiz kalmaya başlıyordu, konuklar. Buna rağmen yerinden fırlayıp bir boklar yapmaya çalışacak cesarette kimse yoktu. Kafalarının içinde, tüm bunların ucuz bir cemiyet şakası olduğu fikri de yatıyordu hâlâ.
“herhangi bir açıklama yapsam bile emin olun ki bu saatten sonra hiçbirinizin işine yaramaz. Siz, yaşayacaklarınızın birçok şeye mal olacak boktan bir şaka olduğunu sanın sadece. Bu kadarı yeter.”
Adam, elinde tuttuğu bitmeyen kibriti ateşledi ve mutfak kapısına doğru biraz geri çekildi. Konuklar saniyesi saniyesine onu izlerken o elindeki alevli çubukla kırmızı halının üzerindeki koyu kırmızı izlere bakıyordu. Bu izler, halıya dökülen sıvı bir şeyin ardında bırakacağı izler gibiydi.

Bundan birkaç saat önce, başlangıç yemekleri garsonlar tarafından yeni yeni servis edilirken, aslında çok rahat duyulabilecek şırıltı sesleri, orkestranın çaldığı müzik sayesinde duyulamıyordu kimse tarafından. Adam henüz masasında oturuyordu. Ama yüzünde bir şeyleri bekleyen tedirgin bir ifadeyle garsonları izliyordu. Garsonların paçalarına bakıyordu göz ucuyla. Ve ara sıra masadaki konuklarla yüzeysel sohbetler ediyordu. Masalarına servis yapan garsonla göz göze geldiklerinde ise aralarında kimsenin duyamayacağı bir konuşma geçmiş oldu. Her şeyin yolunda gittiğine dair bir cevaptı garsonun gözünden okunan. O cevaptan sonra adamın yüzündeki kasıntı gevşemeye başlamıştı bile. Daha rahat gülüp daha rahat sohbet ediyordu artık. Altın renginde parlak bir çorbayı, lale motifli yayvan kâselerden yudumlayan konuklar, bir yandan da bu gecenin kısa bir gece olmasını umuyorlardı. İçkilerin ardından tuhaf isimli bir peynir salatası da masalara servis edilmişti.

“bu gece kusursuz birer garson gibi davranmanızı istiyorum” diyordu adam, karşısına dizdiği garsonlara. Restoranın mutfağındaydılar ve aşçılar henüz ikram edilecek yemekleri pişirmekle meşguldüler. “hata istemiyorum! Her şey beş yıldızlı bir restoranda olması gerektiği gibi olacak. Ta ki ben sahne alana kadar.” Bu laf herkesin kendinden emin bir şekilde sırıtmasına neden oldu.
Sonra şef garsonu işaret edip, “dostum” dedi adam, “ayrıca sen, konuşmam bitince gelip çekleri toplayacaksın ve mutfağa döneceksin. Ondan sonrasını da herkes biliyor zaten.” Aynı gülüş tekrarlandı ve daha uzun sürdü. Çünkü adam da gülümsüyordu bu kez. Yemek kokularıysa tahrik ediciydi. “beyler, kutlama şampanyamızı soğumaya bırakın!”

Adamın, elindeki ateşli çubuğu sallarken bakmaya devam ettiği izler, küçük bir kıvılcımla alev alabilecek ıslaklıklardı. İzler, adamın ayaklarının önünden birer çizgi gibi başlayıp masaların arasından, konukların sandalyelerinin altından geçerek karman çorman bir çember oluşturmuştu. Bu karmaşık şekiller, elbette, garsonlar tarafından bilinçli bir şekilde çizilmişti halıya. Üstelik çok basit ama zekice sayılabilecek bir yöntemle.

Tüm servis işleri, biraz da oyalanarak bitirilip “afiyet olsun” dilekleri dilendikten sonra garsonlar, ara sıcakları hazırlamak üzere mutfağa geçmeye başladılar teker teker. Tabi öncelikle, ispirtoyla doldurup her iki bacaklarına bantladıkları iki litrelik serum torbalarının tamamen boşaldığından emin olmaları gerekiyordu. Torbanın ağzından paçalarına kadar sarkıttıkları serum lastiklerinde asılı kalan son damlaya kadar yere akıtmalıydılar. Masaların arasına ve özellikle sandalyelerin altına. Aynı şeyi ara sıcaklar servis edilirken de yapacaklardı. Zira her şey kusursuz olmalıydı. Ve adam hiçbir masraftan kaçınmamıştı.
Adamın, birkaç aydan beridir her bulduğu işte deliler gibi çalışıp para biriktirmesinin en büyük sebebi de bu planı hayata geçirebilmekti aslında. Yapmaya çalıştığı şeyin hasta bir ruhun sapıkça düşünceleri olduğunu çekinmeden adamın suratına karşı söyleyenlerin yanında adama hak verip yanında yer almak için elinden gelen her şeyi yapacağına söz verenler de vardı. İşte garsonlar ve aşçılar ve virtüözler bu söz veren insanlardı. Ulusal bir çete olmasalar da ne yapacaklarını çok iyi bilen birkaç kişiydi bunlar. Her şeyden önce bir anlama yetisine sahiptiler. Bu yetilerini onlara kazandıranlar kesinlikle okullar veya ebeveynler değildi. Çoğu herhangi bir okul diplomasına bile sahip değildi ve çoğu annesini veya babasını ergenliklerinden önce kaybetmişti. Onlara anlamayı öğreten şey daha çok sokaklardı. Çünkü sokaklarda hatalara, başka yerlerde olduğu gibi pek göz yumulmazdı.
Adam ise aylardır, her önüne çıkana değilse bile şans eseri önüne çıkan her kafadara planından bahsetmişti. Televizyonlarda, tüm dizi tekrarları bittikten sonra, sabaha karşı yayınlanan bayatlamış vahşi doğa belgesellerinde gördüğü, doğal ve acımasız bir “denge”ydi ona ilham veren şey. Adam o zamanlarda tamamen işsiz ve bitik bir halde günlerini ve gecelerini televizyon karşısında geçiriyordu. Günlerdir uyuyamıyordu. Kulaklarını kauçuk tıkaçlarla tıkadı, gözlerine uyuma gözlükleri taktı; ama beyninde hortlayan sesler, demir döküm fabrikalarındaki seslerden bile beterdi. Artık bir annesi yoktu mesela. Bir babası hiç olmamıştı zaten. Annesinin bunalımı, boktan konfeksiyon işindeki boktan patronunun çok da sikinde değildi. Dolayısıyla adama kapı gözüktü.
Ve işte, kafayı yediği o sıralarda, zihnini birden bire canlandıran o fikri hayata geçirmek ona hiç de uzak görünmemişti. Öyle ki yapacağı şeyin ne denli doğru olduğunu bile sorgulama zahmetine girmedi. Böyle bir dünyada herkes kendi doğrusunu konuşturuyordu zaten! Ama ormanlarda ve çöllerde ve denizlerin altında işler böyle yürümüyordu belgesellerde izlediği kadarıyla. İnsan eliyle oluşturulmuş toplum düzeninden farklı olarak, oralarda kaosun içinde yatan ve bir sonraki adımı tahmin edilemeyen bir düzen yaşıyordu. Bu restoran planı, onların ilk işi olacaktı ve tıpkı doğal yaşamda olduğu gibi bir sonraki adımda neler olacağını kimse bilmiyordu. Adam bile. Biyologlar buna içgüdü derdi.

Restoran kiralandı, yaldızlı davetiyeler konukların isimlerine özel olarak hazırlandı ve postalandı. İşleri, tahmin ettiklerinde de kısa sürede yoluna soktular. Birkaç gündür bekledikleri o malum geceye, davetiye yolladıkları hemen hemen bütün konukların katıldığını gördüklerinde ise yaptıkları şeyin hakikaten zor olmadığını anlayarak kendilerini iyi hissettiler. Hatta geceye gelmeyen bazı konukların mazeret mektupları yollayıp özür dilemeleri keyiflerini katladı. Davetiye yolladıkları insanların çoğu orta yaşı aşmış insanlardı. Ama kimi konuklar, davetiyelerde kişi sınırı olmaması sebebiyle yanlarında genç kızlarını falan da getirmişlerdi. Adamın, arkadaşlarına “sonraki adımda ölecek kişi ben bile olabilirim. Siz bile olabilirsiniz. Henüz hiçbir şey belli değil” demekle kastettiği doğal süreç buydu işte. Asıl konukların, ne olacağını bilmeden yanlarında başkalarını da getirmiş olmaları bu sürecin bir parçasıydı.

Adam, bitmeyen kibritin yanan ucunu yerdeki ıslaklığa yaklaştırır yaklaştırmaz halıdan mor alevler yükselmeye başladı. Ve alevler birbirinin üzerinden kıvrak hareketlerle atlayarak çizilen yolu izleyip masalara doğru gidiyordu. Masaların çevresine, servisler yapılırken bolca dökülen ispirto, alevler geldiği anda parladı ve beyaz masa örtüleri alev aldı. Masalar yanmaya başlayana kadar tek bir konuk bile yerinden kalkmamıştı. Tek yaptıkları şey, nefes almadan hipnoz olmuş bir şekilde yaklaşan alev çizgisini izlemekti. Sıcaklığı götlerinin altında hissettikleri anda ise sandalyelerinden bir yılan veya akrep görmüş gibi zıplayıp bağrışmaya başladılar. Kuru bir gürültüden ibaretti sesleri. Adam, bu görsel şölenin bir saniyesini bile kaçırmamak için geri geri yürüyerek mutfak kapısından içeri girdi. Mutfaktaki diğer arkadaşlarıyla beraber ahşap mutfak kapısındaki yuvarlak pencerelerden alevleri izlemek için biraz itişip kakıştılar. Uzun etekleri ve pantolon paçaları tutuşan konuklar panik içinde, şef garsonun en başından beri kilitli tuttuğu çıkış kapılarına koştular. Ancak kapıları yumruklamak ya da tekmelemek sadece vakit kaybıydı. Şef garson, anahtarlarını çıkartıp mutfak kapısını da kilitlediğinde alevler, her kenarı parlak bir kumaşla döşenmiş olan yemek salonunu sarmıştı bile. Bundan sonrasında sadece, yanan insanlar vardı. Alevler, erkeklerin ve kadınların pahalı elbiselerini saniyeler içinde parçaladıktan sonra vücutlarını kavurmaya başladı. Yanan deriler, tıpkı yanan elbiseler gibi yırtılarak açılıp kırmızı etleri açığa çıkarıyordu ve her yırtığın altından kaynayan deri altı sıvıları akıyordu. Böyle bir yardım balosunda kimse kimseye yardım edecek durumda değildi haliyle. Bir yığın saman küçük bir kıvılcımla hemen nasıl tutuşuyorsa kadınların saçları da aynı şekilde tutuşup yandı. Erkeklerin çoğunun saçı yoktu zaten. Saçlar yandıktan sonra ise kafa derileri eriyip dökülüyordu. Bir çömlek gibi ısınan kafataslarının içindeki beyinler, koruyucu mukus sıvısının içinde haşlanmak üzereydi. Adam, yuvarlak pencereden kafasını bir anlığına çevirip arkasında, sağında ve solunda yığılmış bir avuç kalabalığa baktı ve “şampanyaları hazırlayın beyler!” dedi.
Göz kapakları çıtırdayıp koptu. Göz yuvalarının etrafındaki et ve deri parçaları kızarıp kuruyunca gerildi; dolayısıyla göz küreleri, yuvalarından fırlamış gibi belirginleşti. Sonrasında alevler göz kürelerini de kaynatınca gözün içinden dışına doğru bazı sıvılar boşaldı. Tutunacakları herhangi bir et parçası kalmamış olan tırnaklar döküldü. Bütün bir gövdeyi saran kas yığını gitgide kavrulup açılıyordu. Kemiklere kadar. Kemiklerin içindeki iliklere kadar. Konukların çığlıklarına kadar her şey yanıyordu.
Salonu simsiyah bir duman sarmaya başladığında adam selam verir gibi kadehini aceleyle kaldırıp arkadaşlarına gösterdi ve hiçbir şey demeden kafasına dikti. Aynı şeyi onlar da yapıp içkilerini bitirmiş oldular. Hemen ardından “çabuk!” dedi adam, “sağ kalan mutfak ekibi ve şanslı balo sahibi olarak gazetelere çıkmak istemiyorsak buradan hemen uzaklaşmalıyız.”

4 yorum:

  1. mutfak ısı yalıtımlı mıymış?
    ahşap mutfak kapısı mı korumuş mutfaktakileri?

    YanıtlaSil
  2. Gene güzel ve sakin başlayan bir vahşet senaryosu giderek okurken heyecanın artması güzel gibi görünen kasıntı ortamların değerli arkadaşımda gerçek bir kine dönüştükten sonra insanlığının dediği şeyleri yapmasına izin vermediğini bilerek içindekileri yazılarına kusan,bloguna kusan bir senaryo.bazen milyon dolarların o paraya savaş uçağı kuracak kadar parası olan ülke satın alacak kadar gücü olan kodamanların basit bir ispirtoda nasıl yandığını ve savunmasız aciz birer zavallı olduklarını ve gerçekten bu senaryonun beni derin ve manevi düşüncelere kavuşturduğundan dolayı teşekkürler burak :-D daha merhametli ol...kib.

    YanıtlaSil
  3. nedense gosteri peygamberi geldi aklima.. ruhuna saglik burak, oralarda bir yerlerde nefretinle birlikte kalmaya devam et..

    YanıtlaSil