5 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Dilim İnsan

2. Bugün, doğaçlamalarla sürdüreceğimiz acemi bir tiyatro oyununun prömiyerini yapmış olduk. Arka koltukları karşılıklı olan büyük, siyah arabalarla evlerimizden alınıp buraya getirildik. Ben arabaya bindiğimde, siyah saçlı bir kadın elindeki tuğla kalınlığındaki bir kitapla pencere kenarında oturuyordu. Ona başımla selam verip karşısındaki koltuğa geçtim. Kısa bir sessizliğin ardından, çok satanlar listesinin birincisi olan kitabıyla ilgilenmeye devam etti. Yaptığı makyajın zoruyla ancak orta yaşlı bir hal alabilmişti. Askılı siyah elbisesinin göğüs açıklığından sarkan derisindeki kahverengi güneş lekelerini sayabiliyordum. Bir zaman sonra araba durdu. Kayan kapı açıldı ve içeri sarışın bir kadın daha girdi. “merhabalar!” diyip siyah saçlının yanına oturdu. Biz de ona yarım ağızlarla “merhaba” derken, parlak mavi tişörtünün yakasından sarkan kulaklıkları takıp telefonunu kurcalamaya başladı. Siyah saçlı yol boyunca kültürlüyken, sarı saçlı yol boyunca mesaj alışverişinin yarattığı sosyalliğin doruklarındaydı. Bense siyah filmli camlardan dışarıyı seyrediyordum.
Şehir merkezinin epey dışında bir yerde arabamız durdu. Şoför gelip kapıyı açtı ve inebileceğimizi söyledi. Hava kararmak üzereydi. Şehir merkezine nazaran burası daha serin ve rüzgârlıydı. Diğer üç kişiyi taşıyan araba bizden önce varmıştı bu televizyon kasabasına. Bizi bekliyorlardı.
Neredeyse bütün özel televizyon kanallarının herhangi bir amaçla kullandığı televizyon stüdyoları vardı etrafımızda. Tepelerince antenler taşıyan onlarca canlı yayın aracı binaların önünde, bomba bir haberi park etmiş vaziyette bekliyorlardı. Etrafıma bakınırken bana bazı tüyolar verip bir şeyler imzalatan herif diğer üç kişiyi de alıp yanımıza geldi. “hoş geldiniz” dedi,“birazdan canlı yayına gireceğiz. Bavullarınızı servis araçlarından alıp teker teker içeri gireceksiniz.” dedi, “ilk hafta eleme olmayacak, izleyicilerin alışması için.” dedi. Konuşmasını art arda ve düzgün bir sırayla sürdürüyordu: “evde iki haftalık yiyecek var ve ancak ikinci haftadan sonra para kazanıp ihtiyaçlarınızı karşılayabileceksiniz. Taksi şoförlük yaparak…” Konuşurken, parlak bir kravat iğnesiyle gömleğine tutturduğu sarı lacivert çizgili kravatı rüzgârda uçuşmak için can atıyor gibiydi. “sizin sormak istediğiniz herhangi bir şey var mı?” diye sordu ve “herhangi bir haberleşme cihazını kesinlikle içeri sokamazsınız.” dedi “özellikle telefonlarınızı.”
Birbirimize bakınırken sarı saçlı kız cebinden telefonunu çıkartıp canlı yayın asistanının yanında getirdiği kartondan bir emanet kutusuna koydu. Ama içi el vermiyordu. “yakınlarınızdan birine emanetlerinizi gelip almaları için haber vereceğiz” dedi pornocu. Diğerlerimizde telefon, radyo benzeri bir şey yoktu sanırım. Kuralları az çok biliyorduk ve riske girebilecek maceracı ruhlara da sahip değildik bence. Diğer üçlüyle gelen kıvırcık saçlı kız her yerde kamera olup olmadığını sordu. “var” dedi pornocu, “tuvalet ve duş kabini haricinde her odada, her açıdan görebilecek şekilde monte edilmiş onlarca kameramız var.” Cümlesini bitirirken ağzı da ukalaca bir gülüş için yavaş yavaş kıvrılıyordu. Sakalsız suratında sinsilik vardı. Ama aldırışı etmeden biz de gülümsedik. Hâlbuki her açıdan görebilen kameralar keyif verecek bir şey değildi. Çok organize bir işin içinde olmaktı hoşumuza giden. Bizim için tertip edilmiş servis araçları, mikrofonlar, asistanlar, duş kabinleri falan…
“başlayalım mı?” diye sordu. Saatin kontrol ediyordu. “evet” dedik yine birbirimizin suratını incelerken. Beni gösterip “siz 1 numara olacaksınız” dedi, “ilk sizi alacağız.” İtiraz etmeme kalmadan şoför bavulumu önüme koydu. Ben bavulumu sürüklerken asistanlardan biri bana yolu göstermek için biraz önümde hızlı adımlarla ilerliyordu. Bir yandan da tek kulağına taktığı siyah bir kulaklığa bastırarak bir şeyler geveliyordu. Beni evin önüne kadar getirdi ve eli hala kulaklığındayken “işte burası” dedi, “boş şanslar!” Sonra koşarak geri gitti.
Prefabrik evlere benzeyen bu stüdyo, kapıcı daireleri gibi yer seviyesinin biraz altında inşa edilmişti. Üstü şeffaf bir tenteyle örtülü sera gibi bir bahçeye küçük bir merdivenle inip bahçedeki başka bir kapıyla da eve girdim. Hoparlörlerden hareketli bir pop şarkının “intro” kısmı bangır bangır çalıyordu. Şarkı, her müzik markette ve her korsan tezgâhında durmadan çalınan yazın en gözde ve en berbat parçalarından biriydi. Fakat ondan daha berbat ona bir şey vardı: o da hoparlörlerden şarkıyla beraber duyulan kadın sesiydi. Kapı kapı dolaşıp tencere, tava satamaya çalışan pazarlamacıların hızlı ve kendiden emin konuşmasını andıran bu ses, bize ve seyircilere, ama en çok seyircilere evimizi tanıtıyordu:
“evimizde ikişer kişilik üç oda bulunmaktadır.”
“evimizde iki banyo ve bir tuvalet bulunmaktadır.” Dekoratif bilmem nelerle uyumlu dekoratif koltuk takımlarından falan da bahsetti biraz. Giriş kapısı salona açılıyordu ve salonla mutfak iç içeydi. Bavulumu şık ve kırmızı koltuklardan birinin arkasına yaslayıp etrafıma bakınmaya devam ettim. Hoparlörlerin verdiği ve her bas ritminden beynimi tekmeleyen müziğe rağmen yaşanası bir yere benziyordu. Güzel, kariyer sahibi bir kadın ve dünyalar tatlısı iki çocukla oluşturulacak bir çekirdek ailenin rahatça yaşabileceği bir yere benziyordu. Hizmetçisi veya temizlikçisi veya aşçısı olan bir ailenin bile yaşayabileceği bir yerden bahsediyorum.
Metal kapılı geniş buzdolabı parlıyordu. Mermer tezgâh üzerindeki kavanozlar parlıyordu. Tavandan odaya dik bir şekilde inen parlak ışıklar altından kırmızı kanepeler bile yakut gibi parlıyordu. Koridordaki odaların kapısını teker teker açtım. İnşaatı yeni tamamlanmış odalarda hala taze boya ve tiner kokusu duyuluyordu. Yan yana üç odada pazarlamacı kadının da belirttiği gibi ikişer yatak vardı. Odaların karşısındaki sırada ise iki banyo ve alafranga bir tuvalet duruyordu. Banyoların hemen hemen her şeyi aynıydı. Duşa kabinleri, lavabo dolapları, havluları, üzerinde kanalın logosunu taşıyan banyo halıları… Koridorun diğer tarafında ise salondan daha büyük başka bir oda vardı. Oda; müzik seti, bilardo masası, koşu bandı, masaj koltuğu, elektronik baskül gibi daha insani eşyaların yerleştirilebileceği genişlikteydi.
Odalarda ve kafamın içinde yankılanan kadın sesi ev tanıtımını, nihayet, bitirip “evet, ilk yarışmacımız Burak bey evimizin odalarını heyecan içinde geziniyor” demeye başlayınca koridordan geçip mutfaklı salona döndüm ve koltuklardan birine oturup hiçbir şey yapmadan beklemeyi tercih ettim. Ses, diğer yarışmacının da az sonra içeri gireceğini belirtti. Kapı açıldı ve dışarıda benimle birlikte Sami denen pornocu kılıklı prodüktörün direktiflerini dinleyen suratı kemikli, uzun boylu herif elinde bir bavulla içeri girdi. Ben karşılamak için ayağa kalkınca, bavulunu bir köşeye bırakıp hızla iki adımda yanıma geldi ve “merhaba kardeşim!” deyip tokalaştı. Diğer eliyle de omzumu kavradı. Çok geniş bir gülüşü vardı ve inci beyazı dişleri parlak tavan ışıkları altında gözlerimi yoruyordu. Ve beni ilk gördüğü an o tokalaşma anı değildi ve hayır, üç dakika içinde bu denli “kardeş!” olamazdık. “ben Tamer” deyince “ben de Burak” dedim. Bunun üzerine ikimizde memnun olduğumuzu birbirimize ve tüm izleyenlere belirttik. Sonra memnun ve sırıtkan suratlarımızla odaları dolaşırken diğer yarışmacı anons edildi. Benimle aynı arabada gelen sarışın odaya ayak bastı. “adım Ayça” dedi. Bu kez üçümüz odaları memnuniyetle tekrar tekrar dolaşırken dördüncü yarışmacı içeri girip kıvırcık saçlarının arasından “adım Neslihan, tanıştığımıza çok sevindim” dedi ve kafilemize katıldı. Hemen sonrasında beyaz saçlı hafif göbekli biri içeri dalıp “herkese merhaba” dedi, “benim adım Adnan.” Ben memnuniyetten komaya girmek üzereyken, tuğla kalınlığındaki kitabını güçlükle taşıyan gözlüklü kadın zıplaya zıplaya yanımıza gelip “eh, ben de Dilek” diyordu. O kadar memnunduk ki diyecek herhangi bir kelime bulamıyorduk. Sadece, odaları dolaşırken ağzımızdan etrafa saçılan köpüklerle aralıksız gülümsüyorduk. Zehirlenmiş olabilirdik.


3. Eve giriş sıramız, bizim için uygun gördükleri numaralara göre oldu. Ben 01’im mesela. Dilek ise 06 numarayı alarak eve son giren oldu. Bu numaralar, bizi desteklemek isteyen insanların dört haneli bir numaraya onlarca kontör karşılığında yollamaları gereken kod numaraları. Bizim kod adımız gibi. Hoparlördeki kadın sesi, biz odaları defalarca kere gezerken numaralarımızı, bir kâğıttan okuyormuş gibi durmadan ve sıkılmadan tekrarlıyordu. Kadın böyle devam ederken benim canım hakikaten sıkılmaya başladı. Dayanamayıp koltuklardan birine oturunca diğerleri de oturdu ve herkes bir şeyler anlatmaya başladı.
Anladığım kadarıyla ve ne tesadüfse hiçbirimizin sevgilisi yoktu. Hiçbirimiz evli değildik. Sadece ve sadece, bizi televizyonları karşısında hasretle izleyen annelerimiz ve babalarımız vardı. Kendi yalanımın farkındaydım. Onlarda kendi yalanlarının farkındaydılar. Yine de üç kadın ve üç erkek olarak üç mutlu çift oluşturabiliriz diye düşünüyorum. Eğer prodüksiyon sağlam olsaydı altı değil on iki, hatta yirmi kişi bile yarışabilirdi. Ve bu sayı muhakkak ikinin katlarında artacaktı. Ne kadar erkek o kadın. Herkesin durmadan sitem ettiği sosyal düzeydeki kadın-erkek eşitliği böyle telafi ediliyordu işte.
Ve öğrendiğim kadarıyla, ben hariç geri kalan beş kişinin herhangi bir işi varmış. Hatta hobi olsun diye yaptıkları başka başka işler. Eğlencesine yaptıkları. Adları geçsin diye yaptıkları. Mesela Tamer’in asıl işi kuaförlükmüş ve hobi olsun diye mankenlik yapıyormuş. Biz onu meraklı bakışlarımızla dinlerken o çalıştığı reklam ajanslarının isimlerini teker teker ve bastıra bastıra sayıyordu. Saydığı her reklam ajansı ismi kameralardan geçip televizyonlara ulaşıyordu. Ayça, “ben de orda çalışıyorum” dedi. Tamer’in saydığı ajanslardan birinde metin yazarlığı yapıyormuş. Biz de merakla hangi reklamların metinlerini yazdığını sorduk. Ve o da Tamer gibi saymaya başladı. Saydıklarının hemen hepsi, bana göre bombok reklamlardı. Büyük süper marketlerin ve bazı giyim mağazalarının reklamlarında, sırf mağazanın ismiyle uyumlu olsun diye hazırlanan saçma sapan sloganların hepsi ona aitmiş. Ve “işten fırsat bulduğum zamanlarda da resim kursunda çalışıyorum” diyordu, “gönüllü olarak hem de.”
“ay ne güzel” dedi Dilek, “ben de ilkokuldan beri resimle uğraşıyorum ama işten fırsat bulup bir türlü profesyonelliğe dökemedim.” Dolayısıyla onun da ne iş yaptığını sorduk. “anaokulu öğretmeniyim” dedi ve bir semtteki bir binanın altındaki bir anaokulunun açık adresini vermeye başladı. Tüm sokaklar ve caddeler ve dükkânlar kameralardan geçip televizyonlara ulaştı. Sonra o çok meraklı bakışlarımızı Neslihan’ın cümlelerine odaklamaya başladık teker teker. “ben çocukları çok severim” diyordu. Hemen ardından kuzenlerinden bahsetmeye başladı. Dünyalar tatlısı yaramaz kuzenlerinden. “büyük ablamın bir kızı var, okumayı yeni yeni söktü; dükkânımdan kitap yetiştiremiyorum ona, deli gibi okuyor.” dedi. Dilek sordu: “kitapçı mısınız yoksa?”
“evet, küçük bir kitap evim var da” dedi, “yarışmadan sonra gelip bir çayımı içersiniz artık.” diye ekleyip titreyen dudaklarıyla gülümserken kendisinin de bir kitap kurdu olduğunu üsteleyen Dilek, okuduğu ve okumakta olduğu kitaplara dair Neslihan’la bir muhabbete girmeye çalıştı; ancak Neslihan sattığı şeyleri kendisi de kullanan tüccarlardan değildi. Dilek’in kitap aşkı, odanın içinde sivrisinek muamelesi görünce sıra, küçük çaplı bir iş adamı olan Adnan Bey’in ağzından dökülen, konser organizasyonlarına dair, yurtdışı seyahatlerine dair, milyonların bayılarak dinlediği kimi şarkıcılara dair lafları ilgiyle ve hayranlıkla dinlemeye geldi.
Tamer’in, “yahu abi, ben hastasıyım onun şarkılarına. Hakikaten sağlam sanatçılarla çalışıyormuşsunuz” diye iltifat etmesi, Adnan’ın göğüs çevresinde gözle görülür şişliklere, kabarmalara neden oldu. Sonrasında beş çift meraklı gözün bana yönelmesiyle muhabbettin başından beri hemen hemen hiç konuşmadığımı fark ettim. “siz ne iş yapıyordunuz” diye soruyordu Dilek. Nefesimi toplayıp “özel bir kaldırım şirketinde mühendisim ben” dedim. Kesinlikle doğru söylüyordum. Teorik olarak. Fakat suratımdaki ciddiyetle cevabımdaki lakaytlık birbiriyle çelişince gülmekle gülmemek arasında anlık tereddütler yaşadılar. Bu espri karmaşası içinde boğulmalarına ramak kala, sırıtmaya başladım. Her şeyin boktan bir şakadan ibaret olduğunu anlayıp onlar da gülmeye başladılar. Sabun köpüğü gibi gülüşler attılar.
İşte buna para denir. Veya onun bir arada tutma becerisi. Veya kaynaştırma, sohbet ettirme, âşık ettirme, hayran bıraktırma becerileri. Tüm insanlığın ortak paydası. Herkesin iyiliği için. Çünkü herkes halinden öyle ya da böyle memnundur.


4. Dilek, bugün iş bölümünden bahsediyordu. Evin rahat ve yaşanılır bir yer olması yapmamız gereken rutin işleri bize paylaştırırken yemek masasının etrafına dizilmiş bekliyorduk. Dilek, elinde tuttuğu haftalık çizelgedeki boş kutucukların içine isimlerimizi yazacaktı. Ve sordu: “yemek yapmayı kim ister?”
Tüm bunların öncesinde, Neslihan ve Dilek’in birlikte özene bezene hazırladığı kahvaltı masasında oturmuş ekmeklerimize bal, tereyağı ve krem peynir sürerken Dilek şunu da sordu: “oda paylaşımını nasıl yapalım?”
Dün akşam, bavullarımız tamamen rastgele bir şekilde hangi odaya yerleştirdiysek geceyi de o odada geçirdik. Mesela ben ve bavulum, Dilek ve koca bavulluyla aynı odayı paylaştık. Tamer, Neslihan’a rast gelmişti. Adnan da şu diğer kıza. Dilek hanımın asıl sormak istediği şey de, odaları değiştirmek isteyip istemediğimizdi.
Tüm bu günün öncesinde, dün akşam yataklarımıza yavaş yavaş yerleşirken Dilek bana gülümseyerek şunu sordu: “umarım horlamıyorsundur Burakçım.” Ve gülümsemeye devam etti. Fakat her gülümseme yumuşatıcı etki yaratmayabilir. “bilmiyorum” dedim, “ama şimdiye kadar hiç şikâyet eden olmadı.” Sonra evden getirdiği çiçekli, pembeli nevresimlerle hazır çarşafları değiştirmeye devam etti.
Ağzımıza kahvaltılık gıdaları nezaketle yerleştirirken Dilek’in sorusu üzerine birbirimize bakındık. Dilek’ten başka oda değişimi isteyen yok gibiydi. “yahu tüm eşyalarımızı falan yerleştirdik” dedi Ayça ve gülümseyerek “şimdi bir daha mı toplayalım?” diye ekledi. Adnan, çayından koca bir yudum almadan önce “bence de kalsın, gerekirse sonra değiştiririz” dedi ve o beklenen yudumu aldı.
Dilek, “yemek” kutucuğunun içine birimizin ismini yazmak için beklerken birbirimize, aramızdaki aşçıyı bulmaya çalışırcasına merakla bakınıyorduk. Ne var yazık ki kimse buna gönüllü olmak istemedi. Dilek hariç. “tamam o zaman, yemeği bana bırakın” dedi. “peki ya odaların temizliği?”
İki büyük salon için iki kişinin ismi gerekliydi. Adnan ve Ayça birlikte atladılar. Yatak odalarının temizliği için Neslihan ve Tamer gönüllü oldu. Tamer, “ben mutfakta sana da yardım edebilirim” dedi ve küçük bir göz kırptı Dilek’e. Ve, ve, ve banyo-tuvalet işleri bana kaldı. Ve sanırım, kendimi yormadan yapabileceğim tek şey bu basit ve küçük yerleri temizlemekti.
Tüm bu iş dağılımının öncesinde, yani kahvaltıdan sonra, herkes hoşgörü içinde sırayla banyoyu kullanmış, tuvaleti götüyle sömürmüştü bile.
Paylaşımdan sonra öylece durduk. Odalar temizlik için henüz kirli değildi. Başka bir öğün yemek için fazlasıyla toktuk. Tuvalet ve banyo bekleyebilirdi. Kısacası yapacak pek bir şey yoktu. Dilek kitap okuyacağını söyledi. Çok heyecanlı bir kitapmış okuduğu. Birçok ülkede “bestseller” olmuş bile.
Ayça, sehpanın üzerindeki, güzel kapak fotoğraflarına sahip dergileri kurcalıyordu. Adnan, diğer odadaki koşu bandını çalıştırmaya uğraşıyordu. Tamer odasına çekildi. Dilek de kitabından iki sayfa okuyup kitabı bir kenara bıraktı ve Tamer’in yanına geçti. Ben yemek masasında oturuyordum. Başka başka insanlarla tanışmanın benim için zor bir iş olduğunu düşünüyordum.
Tüm bu hareketsizliğin ortasına, hoparlörlerden yüksek sesli bir yıldırım düştü. Telifi çatır çatır ödenmiş bir şarkının gümbürtüsü tüm evin içinde yankılanmaya başladı. Dilek’le Tamer odadan çıkıp içeri geldiler. Adnan da aynı şekilde. Kafamızı kaldırmış, hoparlörlere bakıyorduk. “boşuna çalmıyor ya, haydi dans edelim!” dedi Tamer. Dilek’in elini tutup havaya kaldırdı ve ona kendi etrafında bir iki tur attırıp belini kavradı. Ayça oturduğu yerden kafasını sallayarak şarkının ritmine uymaya çalıyordu. O sıra Neslihan yapay bahçeden içeri girdi. Girer girmez de tavandaki hoparlörlere gülümseyerek bakmaya başladı. Tamer, Dilek’i uçuruyordu. Adnan üç adımda Ayça’nın yanına gitti ve elinden tutup onu ayağa kaldırdı. Adnan, Tamer’in Dilek’e yaptığı hareketin aynısını Ayça’ya yapmaya kalkınca az kaslı kızın kolunu kırıyordu. Ama sıkılmamaya değerdi. “hadi biz de dans edelim” dedi Neslihan. Kalktık ve kafa, kol, omuz sallayarak dans ettik. Tüm özgün dans figürlerimiz kameralardan geçip televizyonlara ulaştı. Kahkahalarımız, kahkahalarımız ve kahkahalarımız da…


5. Evdeki herkesin göt deliğinin kıvrımlarını ve kızarıklığını tüm ayrıntısıyla görebiliyordum. Tüm pörsümüşlüğüyle. Adnan dahil, herkes mutfak tezgahından dirsekleriyle destek alarak önümde domalmış kıçlarını sergiliyorlardı. Tavandaki parlak ışıklar çıplak vücutlarını kamaştırıyordu. Bizi dansa zorlayan o şarkı çalıyordu hala kafamın içinde. Ve Adnan hariç, diğerlerinin bütün vücut kıvrımları, yaslandıkları mutfak tezgâhının mermeri kadar kılsız ve parlaktı. Ama Adnan’ınki… bel çukurundan başlayıp dizlerine, oradan ayak parmaklarına kadar olan bütün deriyi kaplamış olan kılları, kasık bölgesinde tam bir bulaşık teline dönüşüyordu. Bir kaosa sürükleniyordu. Tamer ve Adnan’ın testisleri, bacakları arasından kopmak üzereymiş gibi sallanırken, Dilek’in, Ayça’nın ve Neslihan’ın kırmızı, pembe ve yer yer mor görünen vajinaları alçıdan oyulmuş gibi sıkı duruyordu. Neyi beklediğimi bilmiyordum. Orda olup olmadığımdan bile emin değildim. Tek gördüğüm etler ve koca bir insanlığı içine çekebilecek kadar dipsiz olan deliklerdi. Tek duyduğum o rezalet ergen şarkısı ve inlemelerdi. “kendimi sana saklıyordum” diyordu Neslihan, “haydi yırt beni, ne olur!”
“bu tazeliğin tadına ancak sen bakabilirsin” diyordu Dilek.
“içime boşal!” diyordu Adnan-abi.
“geberene kadar…” diyordu Ayça. Berbat reklam sloganları gibiydi.
“bir de bunu dene” diyordu Tamer kalçalarını iki eliyle ayırırken.

Uyandığımda bacaklarımın arasında yoğum bir ıslaklık hissettim. Dilek henüz uyanmamıştı. Sol elimi külotun içinden o malum ıslaklığa değdirince, can çekişen bir salyangozu okşadığımı düşündüm. Rüyamda kimi, nasıl becerdiğimi hatırlamıyordum. Ve hatırlamazsam daha iyi olurdu sanırım. Banyo yapmak odadan çıktığımda Neslihan mutfak tezgahının yanındaki taburelerden birine oturmuş fincandan bir şeyler yudumluyordu. Beni görürü görmez “günaydın!” dedi, “gelsene, bir çay içelim.”
Karşısına oturdum. Bütün vücudum balçıkla sıvanmış gibiydi. “alıştın mı yatağına?” diye sordu Neslihan bana da çay doldururken, “ben pek alışamadım da. Uyku tutmuyor.”
Rüyamdaki Neslihan’ın bana sunduğu delikleri düşünüyordum. Gerçek Neslihan ise karşımda oturmuş çay içiyordu. Yamuk dişlerinin arasında sarılıklar ve siyahlıklar vardı. “alışıyorum yavaş yavaş” dedim, “sen de alışırsın”
O cevabıma gülümserken ben, kameraların yayında olup olmadığını düşünüyordum. Sabahın bu saatindeki izleyici yoğunluğunu. Çayından küçük bir-iki damlayı daha yutkunup “sıkılıyorsun değil mi?” diye sordu. “pek değil, idare ediyorum işte” dedim. Sonra tekrar sordu: “konuşmayı pek sevmiyorsun galiba?”
“yok ya, o değil de yatarken biraz terlemişim, ter kokum seni daha fazla rahatsız etmeden duş alsam iyi olur diye düşünüyordum” dedim. Gülümsedi ve tezgâhın üzerine bıraktığım sol elimi, üç parmağıyla hafifçe tuttu. “yok canım, ne kokusu” dedi, “ama yatak nasıl sıcak geldiyse artık ellerin bile terden sırılsıklam olmuş.”
Elindeki yapışkanlık hissini anlamaya çalışırken “neyse” dedim, “duş alayım kaldığımız yerden devam ederiz.”
“tabi olur, bekliyorum” dedi. Kafasından sarkan kıvırcık buklelerden birini, terimden ıslanmış eliyle kulağının arkasına iterken lanet olsun ki yine gülümsüyordu!

Giyindikten sonra, kulağımdaki kulak çubuğuyla beraber oturma odasına girdiğimde Dilek’le Tamer mutfak tezgahında bir şeyleri kesip tabaklara koyup kahvaltıyı hazırlıyorlardı. Ayça’yla Adnan hala çıkmamışlardı odalarından. Neslihan ise yere çömelmiş, elektrikli süpürgeyi kurcalıyordu. Yatak odalarının temizliği için. Su almak için buzdolabına yaklaşırken, “banyoyu falan temizlemeyi ne zaman düşünüyorsun?” diye bir sordu Dilek. Üzerinde, bir meşrubat markasının fosforlu logosunu taşıyan bardaklardan biriyle suyumu yudumluyordum. “tamam, bir iyice kirlensin temizlerim” dedim, “şimdi çok da kirli değil bence.”
Çekmeceden çatalları ve bıçakları, birbirlerine değerken çıkardıkları metalik gürültüyle çıkarıp aynı gürültüyle tezgaha çaktı. Tamer ilgilenmiyor gibi gözükmeye çalışırken doğrama tahtasına yatırdığı salatalığı dilimliyordu. “bak Burak, evde herkes işini yapıyor. Tamer görevi olmamasına rağmen bana yardım bile ediyor. Ama sen…” diyordu Dilek bir elini tezgaha dayamışken, “ama sen hala işleri aksatmak için can atar bir halde, keyfimizi kaçırmaya çalışıyormuş gibi, üstüne düşen görevi yapmamakla beraber…”
O ara Neslihan süpürgeyi çalıştırmayı başardı ve matkap sesini bile bastırabilecek bir motor gürültüsüyle koridora doğru ilerlemeye başladı. Ses, Tamer’le paylaştığı odaya doğru uzaklaşırken çok az da olsa etkisini yitiriyordu. Ve ses, odayı silip süpürmek üzere odaya girip kapıyı da kapattı.
“anlatabiliyor muyum Burak?” diyordu Dilek, peynir dolu tabağı, çatalları ve kaşıkları yemek masasına dizerken. İçimden bir ses, “sakin ve anlayışlı ol” diyordu. Ses, pornocu editör Sami’nin sesini andırıyordu. “peki,” dedim, “kahvaltıdan sonra her fayansın arasını fırçayla temizlerim.”
Elektrikli süpürgenin bastırılmış gürültüsü, odayı talan ediyor gibiydi. Ayça odadan çıkarken “çok kafa adammışsın Adnan abi” diyordu. Sonra suratındaki gülen ifadeyi bozmadan banyoya girdi. Adnan da farklı bir gülen suratla odadan çıkıp “günaydın millet!” dedi ve diğer banyoya girdi. Süpürge makinesinin sesi kesildi. İşte o anda beynin, ses reseptörlerinin ekolayzır ayarını tekrar eski haline getirdiğini fark ettim. “bak buna çok sevinirim Burak!” dedi Dilek yüzünü ekşiterek.
Kahvaltı masasında toplandık.
Tekrar peynir, yeşil zeytin, tereyağı, kaymak, bal ve tekrar bunların hepsi.
Sonra her iki banyonun da insan kiri, yağı ve tüyüyle kaplanmış fayanslarını fırçaladım, paspasladım. Lavanta parfümlü deterjanlarla parlattım. Bir daha hiç kullanılmamak ve sergilenmek üzere müzelere kaldırılacakmış gibi temizledim klozeti. Sifon tuşunu ve lavabo deliklerini. Duş başlıklarını ve aynaları.
Sonra, yani birkaç dakika veya saat sonra, klozet tüm ihtişamını yitirmişti bile.


6. İşte, bugün Sami denen herifin “nezaket” konusunda hepimize aynı sinsi tüyoları verdiğini anladım. Neredeyse eve geldiğimizden beri suratlarımızda gördüğüm tek şey, gülücükler ve sıkılmış çene kaslarının şişkinliğiydi. Dişlerimizi sıkarken gülümsemeye çalışmak… Birbirlerinin tuvalet, banyo veya yemek alışkanlarına tanıdık olmayan altı insan, hayatlarının bir bölümünü kurtarabilecek bir ödül için canlı yayınlanan bir hapisliği göze almışken kulaklarına yavaşça eğilip nefesinizin buharıyla “anlayışlı ve kibar olun, her şeye rağmen” derseniz bombanın pimini de çekmiş olursunuz. Ve bu da asıl istenen şeydir.
Eski kocasının lanet tansiyon hastalığı yüzünden yemeklerde tuz kullanmayı unutmuş olan Dilek’in hastane yemeklerine bir yere kadar dayanabilirsiniz. Gerçekten. Veya Adnan’ın her fırsatta anlatabileceği, adını ilk defa duyduğunuz şehir isimleriyle, yıl ve ay hatta gün vererek ukalalığa boğduğu gezi anılarına bir yere kadar dayanabilirsiniz. Ya da Neslihan sizi banyonun önüne nazikçe çağırıp elindeki kullanılmış tıraş bıçağını göstere göstere sallar. Tam o sıralarda Ayça, “ya bu koşu bandının ayarıyla kim oynuyor?” diye feryat eder. Ayça’yı duyan Adnan, içtiği meyveli sodayı hemen sehpaya bırakıp arkanızdan geçerek büyük odaya, Ayça’nın yanına gider. “sen nasıl banyo ve tuvaletten sorumlu bakansın ha? Bak seni partiden ihraç ederiz.” der Neslihan şakayla karışık ve gülümseyerek. Neslihan’a “tamam, daha dikkatli olurum.” derken dişlerinizi de sıkarsınız. Ama herkesin gülümsediğinizi sanacağı şekilde sıkarsınız. Anlayışınız için size teşekkür eder, kıllı tıraş bıçağını elinize bırakır ve arkasını dönerek tuvalete gider. Nezaketinizi kutlamak için sessizce sıçacaktır sadece. O an aklınıza, playback yapan popçu mankenlerin, şarkılarındaki erkek rap vokalini söylemeye çalışırkenki rezil görüntüleri gelir. Ayça’nın, “bak Adnan abi doktorlar da böyle diyor, en ideal devir buymuş” diyen sesini güçlükle duyarsınız. Çünkü Tamer, muazzam yemekler pişiren Dilek ablası için gitar çalmaya başlamıştır, manikürlü elleriyle.
Adnan, Ayça kardeşini orta yaşlılara haz buruşuk bir şehvetle becermek isterken, Dilek de Tamer tarafından gençliğin enerjisiyle becerilmek istemektedir. Resimde bunlar vardır sadece. Siz de Neslihan için bunlar gibi şeyleri pekala düşünebilecekken vazgeçip sigara içmeye karar verirsiniz. Evde içeceğiniz ilk sigaradır. Fakat çakmağınız yoktur. O yüzden plastik bahçeye çıkmadan önce mutfaktan ateş almak zorunda kalırsınız. Dilek “aa sen sigara da mı içiyorsun?” diye şaşırırken, Tamer “abi ne anlıyorsun bu şeyden.” Diyerek sağlığınızı düşünmüş olur bir nebze. “çok içmiyorum” dersiniz kameralara, “arada sırada işte.”
Koşu bandı döner, klozetin boklu girdabı döner, tenceredeki tuzsuz ve sağlıklı çorba döner. Her şey dönemeye devam ederken, bahçenin şeffaf branda tavanına dumanı üfleyip şunu dersiniz: “bu duman gerçekten iyi şekiller çıkartıyor.”