30 Ekim 2009 Cuma

anladın mı?

Anladın mı?

Anlamadım

Anlamadın mı?

Evet, anlamadım

Bir daha anlatayım ister misin?

Peki, anlat bakalım

Şimdi anladın mı?

Hayır, yine anlamadım

Neden be!

Bilmem ki

Salak mısın yoksa?

Bi düşüneyim

Anlamaya mecbursun!

Mecburiyetimi anlayana kadar anlayamam sanırım

Nasıl yani?

Yani…

Tamam, tamam saçmalayacaksın yine!

Anlatsaydım keşke

Boşver

Anlayamaz mıydın yoksa?

Hı?

Zıt Erenköy!

27 Ekim 2009 Salı

günaydın

Sırtını Günaydın Market’in paslı kepenklerine yasladığında güneşin doğmasına henüz iki saat vardı. Yaz aylarından biriydi ve bu aylarda güneş beşten önce doğmayı kabul etmezdi. Sonbahara yaklaştıkça daha geç uyanacaktı güneş. Daha erken yorulup tekrar batacaktı. Kışın, hiç doğmayacağı günler bile olacaktı hatta. Yukarda bir yerlerde güneş dolanacaksa şayet, bu kez karamsar bulutlar izin vermeyecekti görünmesine. Soğuk olacaktı. Kar yağacaktı belki de. Ama şimdilik ılık bir hava hâkimdi sokağa. Yumuşak bir esinti, parmakları arasından sarkan sigaranın közünü kızartıyordu. Tırnakları uzamıştı. Sakalları da öyle. Uzun bir yolu koşarak gelmişti buraya. Her şeyden kurtulduğunu zannedene kadar durmamıştı. Tekrar koşması gerekene kadar ki gerekecekti, nefesleniyordu güya. Terleyerek, terlediği kadar üşüyerek ve kalbinin hızına ayak uydurmaya çalışıp sigarasından nefesler alarak. Sokak sessizdi. Şehir de öyle. Ama çok değil, üç-dört saat sonra her günkü, her haftaki ve her yılki sonu kestirilemeyen curcuna yorulmadan devam edecekti. Hayli yoracak ama yorulmayacaktı. Daha serin bir uyku için balkonda yatan mahalle sakinleri, büyük bir gürültüyle açılan kepenklerin o kulak tırmalayan sesine uyanınca başlayacaktı parti! Ama şimdi… ama şimdi kendi soluk sesini, mide gurultusunu, sigarasının köz cızırtısını duyabilecek kadar sessizdi her şey. Kendi curcunası, kendi gürültüsü…
Varacağı yeri kestiremiyordu ama. Zihni durmuş, gözleri kararmıştı. Hemen tıkanan bir akciğer, dökülen siyah saçlar, dökülmeyen beyaz saçlar, organ sancıları, ruh sancıları ihtiyarlık belirtisiyse eğer çoktan ihtiyarlamıştı. Ama hala koşması gereken çok ama çok ve çok uzun bir yolu varken nefessiz kalmıştı, atletinin terden ıslanmış sırt kısmına pas bulaşmıştı, sigarası bitmişti, vakit daralmıştı. Güneş doğacak; sokaklar, arabalar ve saatler gibi birçok şey yutmaya başlayacaktı onu ve diğer birçok şeyi.

6 Ekim 2009 Salı

...

hiçbirimiz yürümüyordu
ve hiçbirimiz oturmuyordu
işte bu,
umutsuzluğun ta kendisiydi

5 Ekim 2009 Pazartesi

ketçapı bol olsun

Üç katlı Ali Emri İlköğretim Okulu’nun en üst katında, duvarlarında “ibbinee”, “memo’yi sikeyim” türünden samimi iltifatları barındıran uzun beyaz koridorun en sonunda, kapısında “7-L” yazan sınıfın öğretmen masasının hemen önündeki sırada Tuba adında bir kız vardı. Tuba’nın beş sıra arkasında da askılığa asılmış onca montun arasında boğulmakta olan ben vardım. Benim yanındaysa yavşak Anıl vardı. Anıl’ın bilekleri çok inceydi. Kayışını son deliğe kadar sıkmasına rağmen kolundan sarkan “casio” marka, doğum günü hediyesi bir saat kullanıyordu. Hesap makineli olanlardandı. Matematik yazılılarında çok işine yarıyordu yavşağın. Ve Anıl uzun burunluydu. Zayıflığı ve uzun burnuyla piyanistteki Adrien Brody’i andırıyordu. Tabi ben o zamanlar bu aktörü tanımıyordum. Ve bu yavşak Anıl en önde oturan Tuba’yı bana kaşıyla gözüyle işaret edip kafasını sallıyordu. Kafasını sallarken de o iğrenç geniş ağzıyla pis pis gülümsüyordu.
Bir ara Tuba’ya aşık olmaya çalışmıştım. Tuba güzel kızdı harbiden. Kısa saçlı ve beyaz tenliydi. Pamuk gibi yanakları vardı. Gerçi ben hiç dokunamadım, ama öyle görünüyordu. Benden önce sınıftaki erkeklerin neredeyse yarısının Tuba’ya aşık olduğunu öğrenmiştim sonra. Vazgeçmiştim aşık olmaktan. Hem bana göre değildi o kız. Kim olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama biri Tuba’nın orospu olduğunu söylemişti bana. Liseye giden bir sürü sevgilisi varmış, hepsiyle sikişiyormuş falan. Bunları da sanki gözleriyle görmüş gibi, biraz zorlasaymış kendisi de sikebilecekmiş gibi anlatıyordu bana. O andan itibaren Tuba’ya karşı bakışım değişmişti. Düşüncelerim alt üst olmuştu. O güzel kızın liseli basketçilerin altına yatması beni üzmüştü bir yerde. Ama olan da olmuştu. Sinirleniyordum. Karşısına dikilip “tuba, seni küçük orospu!” demek istiyordum ona, “herkese var da bana yok mu?”
Evet, yok! Olmasın da. Olmadı da. Ama içimde biriken sinir, pamuk yanaklıya her baktığımda katlanıyordu. O liselilerden birini sınıfın ortasında pataklarken Tuba’ya ilanı aşk etmeliydim. Tabi bu da olmadı. Kendimde o cesareti göremiyordum çünkü. Daha Tuba’ya selam bile veremezken bu tür düşünceler çok çok uzak hayallerdi.
Meçhul kişiden aldığım sırla kendimi bir yandan da yüceltiyordum. Birçok kişinin bilmedi bir şey vardı elimde. Büyük kozdu! Ama bir süre sonra bu muazzam sır içime sığmamaya başladı. Sığmadığı ölçüde de sıkıntı veriyordu. Birine anlatmak beni rahatlatırdı belki. Ama hem Tuba’yı tanıyan hem de çok güvendiğim biri olmalıydı. Dertleşebilirdim böylece. İçimdeki sıkıntı, üzüntü, sinir karışımı şeyden bahsederdim. Rahatlamış olurdum.
Yavşak Anıl’ı seçtim ben de. Yenişehir İlköğretim okulunda dördüncü sınıfa kadar beraber okumuştuk. Sonra o özel okula geçmişti. Bense yediye kadar o okuldaydım. Yedinci sınıfta Ali Emri’ye geçtiğimde onunla yine aynı sınıftaydık. Özeli bırakıp devlete geri dönmüştü. Bunca yıllık boktan bir arkadaşlığın getirdiği güven duygusuyla gidip yavşak Anıl’a anlattım o muazzam sırrı. Öncesinde kimseye söylememesi için yeminler ettirmiştim. Yemin etmişti. Gözlerimle görmüş gibi, biraz zorlasaymışım ben de sikebilecekmişim gibi anlattım ona. Pür dikkat dinliyordu. Dinledi, dinledi. Sonra hiçbir şey demeden, tahtaya konuşanları yazan Tuba’ya baktı.
“seni Tuba’ya söyleyecem” dedi o iğrenç gülüşüyle. Anlatmamalıydım! Sıkıntıdan gebersem de anlatmamalıydım işte. Hay ağzıma sıçayım.
“yemin etmiştin!” diye bağırdım. Bağırınca ismimin yanına pembe bir çarpı yedim.
“ama” dedi, “istediğimi yaparsan söylemem”
“ne istiyorsun” diye sordum. Derin bir nefes alıyordum sanki.
“gidip ismimi sil tahtadan” dedi.
“tamam” dedim. Kolay sayılırdı. Bu istediğin Anıl’ın şantajlı ilk ve son istediği olacağını sanarak ve iki pembe çarpıyı daha göze alarak silgiyi öğretmenler masasından alıp ismi sildim. Yavşak Anıl!
İsmimin yanındaki her çarpı bana bir tokat olarak çarpabilirdi. Bazı öğretmenlerimizin böyle fantezileri olurdu çünkü. Ve bu Anıl’ın son isteği değildi! Artık ara ara Tuba’yı göstererek bir şeyler yaptırıyordu bana.
“bana gidip döner alsana”
“ama param yok”
“tuba? Tuba nerde?...şaka şaka, parayı ben verecem. Sıraya girmek istemiyorum”
Elim kolum bağlanmıştı. Tuba’ya söylerse mahvolurdum. O sahneyi gözümün önünde canlandırınca kendime acıyordum. Tuba ağlayarak sınıftan çıkar. Müdürün odasına gider. Müdür sınıfa gelir. Sınıfta ibret olsun diye bir iki tokat sallar. Sonra ana yemek için odasına çekiliriz. Ben geberik vaziyette, kahkahalar arasında sınıfa girerken müdür Tuba’nın ailesini çoktan aramıştır. İşin içine benim ailem de katılınca… İşte bundan sonrası kabus gibi üstüme çöküyordu.
“peki Anıl, ketçapta olsun mu?”
“bol olsun”
Koca kafalı, küçük gövdeli, zayıf bir cine benzetiyordum o yavşağı. Berbat günlerdi çünkü. Yaptıkları, o saçma sapan istekleri… Dayanacak gücüm kalmamıştı artık. Ben simit yerken o amcığa bol ketçaplı dönerler almak zoruma gidiyordu. Hiç bilmediğim şarkıları bana zorla söylettirip güldüğünde kafasını kalorifere çarpmak istiyordum. Susuyordum ama. O karanlık sahne beni öldürüyordu! Hayatım biterdi. Rezil olurdum. Babam beni evden atardı. Susuyordum!
Yine bir gün, dönerini yerken benden şarkı istemişti. Hiç bilmediğim bir türküydü. Bilmiyorum dedim, kafandan atarak söyle dedi. Gülerken dönerinden büyük bir lokma aldı. Dudağına ketçap bulaştı. Bu kadar yemesine rağmen hala iskeletten farksızdı. Saati kolundan sarkıyordu. Tuba arkadaşlarıyla konuşuyordu. Orospu çocuğu benden türkü istemişti. Döner poşetini sıyırıp bir lokma daha aldı. Dudağının kenarındaki ekmek kırıntısını, ortasından düğümlenmiş pipete benzeyen başparmağıyla gülümseyen ağzına itti. Türkü dedi, hadi söyle. Tamam, dedim içimden, buraya kadar. Gülümseyip uzun aktör burnunun kenarına solumla çaktım. Suratı kıpkırmızı oldu. Burun deliğine yavaşça kan doldu.
“ne yapıyorsun!” diye bağırdı dönerin peçetesiyle burnuna bastırırken, “sus” dedim, “amına koyarım senin!”
“sen görürsün oğlum, şimdi söyleyecem Tuba’ya!”
“git söyle ulan, bok surat”
Teneffüse çıkmamış inekler sürüsü bize bakıyordu. Tuba da bakıyordu. Kendi ismini duymuştu az önce. Tuba’ya baktım. “tuba, gel” dedim. Yanımıza gelip dikildi. “ne var” dedi, “ne oldu?”
“hadi söylesene!” dedim. Burnunu siliyordu. “hadi oğlum söylesene.” Hala burnuyla uğraşıyordu.
“ne söyleceksin” dedi Tuba.
Kafasını kaldırdı, bana baktı. Tuba’ya baktı, “yok bir şey tuba” dedi. Şansıma Tuba çok merak eden tiplerden değildi. Üfleyip çekip gitti sırasına. Kaprisi işime yaramıştı. Çünkü zorlasaydı korkudan ötmeye başlardı yavşak surat. Ve şansıma, Tuba’ya “tuba senin için orospu olmuş diyorlar” demeyi götü yemedi yavşağın.
İnekler önlerine döndüler, kızlar gülmeye devam etti. Ve Anıl, ağzına bulaşan ketçapı temizlemesi için gereken peçeteyi burun deliğine tıkmak zorunda kaldığı için devam edemedi bokluklarına.

3 Ekim 2009 Cumartesi

...

iyiydik veya kötüydük
her iki durum da,
şimdiyle geçmişimiz arasında sürüp giden
kıyas savaşlarının
en bilindik sonucuydu
hiç bitemeyecekmiş gibi görünen
ve gerçekten de hiç bitmeyen savaşlarımızın sonunda
arta kalan ganimeti toplamaya çalışıyorduk
yalnızca

2 Ekim 2009 Cuma

ne beklenir ki başka

Bütün alelade kâbusların en klişe öğesi olan “karanlık bir sokak”taydım kendi kâbusumda. Sokak dardı ve çukurlarla doluydu. İki yanımda uzanan binaların pencerelerinin hiçbirinde zerre kadar ışık yoktu, dolunaydan yansıyan loş ışıktan başka. Örtülen beyaz perdeler her pencerede kıvrımlarına kadar aynı şekilde duruyordu. Binalar boktan bir dekor gibiydi. Perdeler sabitti, sokak sabitti, en çok da yürürken çarptığım taşlar sabitti. Zaman durmuştu bu sokakta. Ve tek yaşayan bendim sanki koca şehirde. Birini aradığımı hatırlıyorum. Ya da bir yerdi aradığım. Kendi evim olabilirdi. Evet, tanımadığım bir sokakta bana evimi tarif edebilecek bir tanıdıktı aradığım.
Loş ışıkta doğru dürüst önümü görmeden yürüyordum. Yürürken çıkardığım ayak sesleri sokağın karanlığında ağır ağır yankılanıyordu. Sokağın sonuna kadar yürüdüm. Çıkmaz sokaktı! Koca bir duvar vardı önünde. Ve sol tarafta küçük bir büfe vardı. Büfeyi sonra fark ettim. Önünde küçük bir ampul sallanarak yanıyordu. Birilerini bulabilme umuduyla büfeye girdim. Ama içeride kimse yoktu. Hatta tek bir eşya bile yoktu, bomboştu. Sadece kontörlü bir telefon gördüm tezgâhın üstünde. Babamı arayabilirdim bu telefonla. Bir şekilde yerimi tarif ederdim ve gelip beni alırdı buradan. Ahizeyi kaldırdım. Numarayı çevirmek için tuşlara yöneldim, ancak üçer üçer dizilmiş on iki tane tuşun üzerinde rakamlar yerine hiyerogliflere benzer şekiller vardı. Kafam iyice karışmıştı. Babamın cep telefonu numarasını düşündüm. Ama bu tuşların hangisi beni ona ulaştırırdı, bilmiyordum. Sonra, her bir tuşun normal düzendeki gibi bir sayıya karşılık gelebileceğini sanıp tuşlamaya başladım. Sıfır için en alt sıranın orta tuşuna, beş içinse ikinci sıranın orta tuşuna bastım. Ve bu şekilde uyduruk bir tahminle tuşladım bütün numarayı. Çalıyordu!
Bir iki kere çaldı. Ardından kesildi ve bir bant kaydı girdi devreye. Yumuşak ve ağdalı bir sesti bu. Çok geçmeden tanıdım. Telefondaki ses… Zeki Müren’den başkası değildi! Kafayı yemek üzereydim. Nasıl olurdu? O herif yıllar evvel ölmemiş miydi?
O ağır ses tonuyla konuşmaya başladı:
“aradığınız numara çok saçma bir numaradır beyefendi. Ve sakın bir daha aramayın!” dedi ve kayıt kesildi. Bağırmıştı bana. Zeki Müren. Hem de bant kaydında.
Saçma olan numara değil, bu sokaktı! Ne tür bir kâbustu bu. Ahizeyi şaşkınlıkla indirdim. Sağıma baktım. Az önce duvarlarla örülü olan sokağın sonunda bembeyaz bir ışık parlıyordu. Dar sokağı daha da daraltmış dekor binalardan bana doğru yansıyordu. Yavaş yavaş yürümeye başladım ışığa doğru. Karanlık giderek azalıyordu. Işığın sonunda tanıdık birini bulabilecek miyim düşüncesi kafamdaki en hâkim şeydi. Az önceki “Zeki Müren” şokundan eser kalmamıştı. Ve ben yaklaştıkça ışığa, her şey giderek tanıdıklaşıyordu bana.