29 Ağustos 2009 Cumartesi

...

biri bizi karşısına çekip
basmıştı ana küfürünü!
o küfürün sonrasında doğmuştuk işte
bizden ne beklenebilirdi ki böyle olunca
ağız dolusu okkalı küfürler yığınıydık
ve avuç dolusu meniydik sadece
elimizden daha başka ne gelirdi ki böyle olunca
bir anlık sinirdik biz
ve bir anlıktı tüm yaşantımız

28 Ağustos 2009 Cuma

iyi aile çocuğu

Bir yıl önce bu zamanlardı sanırım
Yirmi yıldır yineledikleri sonu gelmez kavgalardan yorulmuşlardı artık
Yapacak başka bir şey kalmamıştı
Tüm hakaretler, küfürler, küskünlükler anlamını yitirmişti
Ve “boşanın!” demiştim onlara,
“baksanıza” demiştim, “sona geldiniz. Kavgalar bile işe yaramıyor”
Evet, ne kavgalar ne barışmalar işe yarar olmuştu
Nefes nefese kalmışlardı
Ben de yorulmuştum dinlemekten ve
Kendimi dinletmeye çalışmaktan
Kimse dinlemiyor ve hiçbir şey düzelmiyordu aslında
Sadece daha çok yıpranıyorduk olan bitenlerle
Yenilen yemeklerin tadı kaçmıştı
Beraber yemek de yenilmiyordu artık
Huzur yoktu!
Çünkü biz ve özellikler onlar düzeltmeye çalışıyorduk koca bir geçmişi
Bilmiyorduk, geçmişin hep geçmiş olarak kalacağını
Geçmiş olarak hep acı vereceğini
Geçmişi kurtarmaya çalışmaktı her şeyi bok eden
Oysa geçmiş yapacağını yapmış ve siktir olup gitmişti aramızdan
Evet, aramızdan geçmişti
Biz konuşurken, yemek yerken, kavga ederken,
Küfürler atarken birbirimize, rafları silerken, halıları silkelerken,
Yemeğin tuzunu unuturken ve düzeltmeye çalışırken eksikleri
Belki hataydı yirmi yıl öncesi, kiralık bir damatlık ve gelinlik,
Zorla güldükleri fotoğraf pozları, bütün gece çekilen halay
Hataydı belki de.
Olmamalıydı, ama olmuştu
Ben olmuştum, ben koca bir hataydım
Benden dört yıl sonra doğan kız kardeşim,
Ondan dört yıl sonra doğan erkek kardeşim
Evet, hepsi birer hataydı.
Ama en büyük hata bendim
Salakça süren bir evliliğin yıllarca sürmesi benim suçumdu
Benim doğmuş olmamdı
Benim yüzümden ayrılamamalarıydı
Ve artık dayanamayıp “boşanın!” demiştim
Boşanmadılar!
Neden bilmiyorum
Böyle kalmak daha kolay gelmişti
Ayrılıp da ne yapacaklardı
Annem, felçli ninemle yaşamaya başlardı baba yadigârı toprak evlerinde
Babam başka bir karı bulurdu sırf yalnız kalmamak için
Eve gelince yemek bulabilmek için
Kardeşlerim… Bilmiyorum onlara ne olacağını
Hepsi ayrı bir yerde kalırdı
Ben giderdim
Neresi olur bilmeden, sadece giderdim
Arkamı düşünmeden, kardeşlerimi düşünmeden, annemi düşünmeden
Babamı düşünmezdim, düşünmeme gerek yoktu
Bir işi vardı, annemin ardından diz boyu dedikodular yapacak
Babaannem ve halam vardı ona bakabilecek
Sırtı yere gelmezdi
Hem yeni bir kadın her şeyi unuttururdu

Çok zordu!
Bütün bunlar çok zordu
Olamazdı, annem dönemezdi evine
Konu komşu ne derdi acaba
Felçli ninem hatırlar mıydı acaba onu? Bunamıştı kadın
Kardeşlerim yapamazdı, başka bir evde,
Başka bir kadınla yaşamaları çok zordu
Kardeşlerimin bunalımları babamı alakadar etmezdi
O yine işe gider, eve gelince elinde ekmek olurdu
Onun açısından devam ederdi
Evet, her türlü devam ederdi
Ben kendi umurumda bile değildim
Bi boklar olurdu bana da, bilmiyorum

Ve o büyük yorgunluktan sonra aradan bir yıl geçti
Hala aynı evdeyiz, herkes için aynı yemek pişiyor evde
Ne var ki ben yapamıyorum!
İzin vermiyorlar çünkü
Tek sorun benmişim gibi davranmaları,
Bu küçük ailenin tek çözüm yolu benmişim gibi davranmaları devam ediyor
Dinlendiler, sustular ve aynı şekilde gidiyor
Susuyorum sadece,
Bir yere kadar susuyorum
Sonra ben de patlıyorum
“yeter!” diyorum, diyorum ve diyorum
Ama yetmiyor, bardaklar hala taşıyor,
Son damlalar da hep ben oluyorum
Susmam taşırıyor her şeyi
Bağırmam da taşırıyor
Çünkü istedikleri gibi biri değilim hala
Kendi listelerindeki kuralların yanına tik atamıyorlar benim yüzümden
İşte bu onları kızdırıyor
Kızdırmaya da devam eder
Çünkü kalıplarına sığamam
Ya da kalıplar büyük gelir
Uymaz hiçbiri, uysa bile kabul edemem!

Çünkü
Tek sorun benim hala
Nereye kadar gider bilmiyorum
Ama sürecek her türlü kavga
Nereye kadar bilmiyorum
Neyin kimin gelmesiyle son bulur bilmiyorum
Ya da hangimizin gitmesi çözer tüm yanılgıyı
Tek sorun benim
Hala benim
Bakın, yine benim!

ölümüne sikiş

Onların,
O kara derili insanların
Sevmek için asla uzun zamanları olmayacak
Bir aşk uğruna acı çekemeyecekler
Veya daha elverişli duygulara sahip olamayacaklar
Bir insan olarak yaşayamayacaklar
Çok kısa zamanları olduklarının farkındalar
Bu siktiğim dünyada
Hepimizin yaşadığı
Hepimizin yaşamaya çalıştığı aynı dünyada bizden farklı olarak
Onlar sadece ölümü bekleyecekler
En saf, en yoğun duyguları “ölüm” olacak
Ölümü bekleyen bir insanın ölmeden önce yapmak isteyeceği
Bütün dünyevi eylemler onların çamurda yuvarlanan hayatlarında
Lüks, hatta lüksün lüksü, hatta ve hatta lüksün lüksünün lüksü durumunda
Onlar için,
Amipsiz, dizanterisiz, kurtçuksuz, temiz berrak bir damla su içmek bile
Uç noktalarda bir dilekken
Ölmeden önce izlenmesi gereken kült filmler
Görülmesi gereken dünya harikaları
Gezilmesi gereken turizm şehirleri
Ne denli imkânsızdır anlayın artık

Defalarca ölecekler
Bedenleri eriyecek ta ki
Biyolojik olarak tam olarak ölene kadar
Ve siz ve biz
Hastalıklı bedenlerindeki kaburgaları aşağıdan yukarı
Yukarıdan aşağı
Sayıp duracağız!
Çünkü onların kanlarında,
Orospu çocuğu İngilterenin
Orospu çocuğu Fransanın
Orospu çocuğu amerikanın
Orospu çocuğu burjuvasına daha çok elmas
Daha çok altın daha çok petrol sunabilmek için
Yine aynı orospu çocuklarının zerk ettiği HIV virüsü dolaşıyor!
Babadan anneye
Anneden çocuğa
Çocuktan başka soylara akan bir virüs!
Her cinsel birleşme beraberinde ölümü taşıyacak içlerine
Çünkü onların bataklıklar üzerine kurdukları tek odalı evlerinde
Yapabilecekleri en iyi şey sevişmek
Yemek içmek değil
Sevişmek!

Bu hastalığın kemirdiği bir kadın görmüştüm
Bir televizyon belgeselinde
Yürüyemeyecek kadar incelmiş kemikleriyle
Kanlı, iltihaplı yaralarla bezenmiş vücuduyla
Sönmüş bir balonu andıran göğüsleriyle
Ölümü beklerken tek isteği,
Kanında aynı hastalığı taşıyan sekiz yaşındaki çocuğu için
Daha iyi bir gelecek!
Daha mutlu ve umutla dolu bir gelecek!
Olmayacak şeyler
Olamayacak şeyler
O küçük çocuk da ondan önce ölmüş birçok arkadaşı gibi
Ölecek! İşte bu kadar açık ve net
Çünkü dünyayı sağmaya devam edecek büyük güçler(!)
Böyle olmasını istiyor
Böyle olmalı ki dünyada pay sahibi olan kimse kalmasın
Kendilerinden başka
Pastanın büyük dilimi…
Büyük balığın küçük balığın ırzına geçmesi…

Kötüyüm, kötüsün, kötü…
Bildiğiniz diğer şahıs ekleriyle de “kötü” kötüdür!
Çünkü öldüler, ölüyorlar ve
Ölecekler
Bizden önce veya sonra
Tek fark kurban olmaları
Adi dünyanın adi kurbanları!

İşte şimdi biri daha öldü
Şimdi de
Şimdi de
Ve şimdi
Ve biraz sonra
Bizden önce veya sonra

“duygu sömürüsü” yaptığımı düşünebilirsiniz
Evet, kesinlikle haklısınız!
Toprakları sömürülen milyonlarca insan için
Ben de sizin duygularınızı sömürüyorum!
“Duygusal kabızlık” çeken benim gibi bir angutun
Kırk yılda bir böyle bir sömürüye girişmesi
Kimseye batmasın!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

"yanlızlık ya da yalnızlık, her türlü benimle"

(unknown?)

25 Ağustos 2009 Salı

alfabemizde 28 harf kaldı; o çoktan öldü

Siz iyisi mi o’nu siktir edin!
Ruhu bile duymaz o’nun
Salağın tekidir gerçekten
Aptalın en önde gideni, bayrak taşıyanı, kendini taşlayanı
Kendiyle taşak geçeni hatta!
O, sevmeyi bilmez, sevilmeyi de beceremez
Küçük şirinliklerle sevdiremez kendini,
O, aşktan da anlamaz, kafası basmaz bu tür alengirli işlere
Diyorum ya, salağın tekidir o!
Mutluluk mu?
Yanından bile geçemez
Mutluluğu görse tanıyamaz, anlayamaz, yaşayamaz
Ruhu yetmez tüm bunlar için
Acı çektiğini bilirim sadece
Bana anlatır durur tüm bu ilkokul zırvalıklarını
Evet ilkokul!
Geçmişinden bahseder sürekli
Çok özlemişmiş öncesini
İnsan olmadığının henüz farkına varmadığı eski bir zamanı anlatır durur
Birkaç yıl öncesi der, çok değil birkaç yıl öncesi
Belki beş belki altı, bilmiyorum işte
Mastürbasyon yaptıktan sonra, kendini aile reisi gibi hissettiği eski günlermiş
Üç saniyeliğine göz göze geldiği her kıza âşık olabildiği günlermiş
Utanıp sıkılmadan ailesiyle aynı odayı paylaştığı günlermiş
Aldığı, aslında öğretmenlerin verdiği kötü notlarına ağladığı günlermiş
Ağlayabildiği günlermiş, annesinin yanında ağlayabildiği günlermiş
Babasının yanında, babasından dayak yedikten sonra,
Kardeşi hastalanıp yataklara düştüğü zaman, serumlarına bakıp ağladığı günlermiş
Bayram sabahları ailece erken kalktıkları günlermiş
Gülebildikleri günlermiş
Miş miş miş miş
Siktiğim bir miş’tir gidiyor!
Diyorum ya, ruhu kartlaşmış bir bebektir o!
Kafasına saksı mı düşmüş neymiş, o zaman başlamış her bok
O bok der tüm olan bitenler için
Kendi için, sokak için, bina için, yazılanlar ve konuşulanlar için
Diyorum ya, su katılmamış bir şapşaldır o!
İnsan hiç kendine bok der mi?
Ben demem şahsen
Kendine küfür atan birinin hayattan ne beklentisi olabilir ki
Hayır, hayır
Sırf kendini aşağıladığı için söylemiyorum bunu
Anlattığı çok şey var
Başka anlatacak yokmuş gibi gelip kafamı şişler
Beynimi deşer
Belki de yoktur anlatacak
Belki de anlatılacak kadar somut değildir
Cümleler eksik kalıyordur belki; olabilir
Çünkü geçenlerde böyle bi şeyler de zırvalamıştı
Müzik dinliyorduk
Düşünüyordu yine
O düşünürken ben o’nu dinliyordum
Konuşamıyorum diyordu, kızıyordu bunun için kendine
Bana bile küfür atar oldu
Çok mızmızlanıyormuşum, adam akıllı dinlemiyor muşum o’nu
Bir gün çekip gidersem, biliyorum ki sik gibi kalır ortada
Pencereden atlar, otobüslerin altına atlar, ekmek bıçağıyla bileklerini keser
Yok, hayır, haplarla intihar edemez; ilaç alacak parası yok züğürttün
Gerçi pek intiharı düşünmüyor, anlam veremediğim
-ki bence o bile anlam veremiyor
Bir mücadeleden bahsediyor sürekli
Ama neyse, ondan her şey beklenir, ölmüş bile olabilir şu sıralar
Pek konuşmuyor benimle de, yemek yemiyor, su içmiyor,
Nefes desen, ara ara göğsü inip kalkıyor ya hala nefes alıyordur
Herkesin en son vazgeçeceği şey nefestir!
Evet, evet bunu da o söylemişti; böyle tuhaf, salakça cümleler kurmayı seviyor
Kafasında kuruyor her şeyi
Diyorum ya, sünger beyinli bir ruh hastasıdır o!
Ruhu, bir kamyon dolusu kamyoncu tarafından tecavüze uğramış sanki
Sırayla, sonra beraber grup olarak gidip gelen kamyoncular içinde
Ruhunda derin bir boşluk bırakmışlar sanki
Dolmayan bir boşluk, karanlık bazen, yankı yapmayan bir boşluk
Etten değil, duvardan değil
Ben de bilmiyorum ne olduğunu
Bir boşlukmuş her şey
Gittikçe genişleyen bir boşluk
Tüm geçmişini içine emen bir boşluk
Kendini sindiren bir boşluk
Falan feşmekân!
Anlayamıyorum bu şifreli laflarını
Artık yardım da edemiyorum o’na
Önceden hallederdik aramızda
Anlaşırdık uykuya dalmadan önce
Ama artık yok; dinlemiyor bile beni
Ben de uğraşmak istemiyorum artık
Yeterince dokundum o’na, yeterince
Kimsenin tahammül edemeyeceği kadar dinledim o’nun o boktan sızlanmalarını
Anlamadım kimi zaman, ama anlamış gibi yaptım yalnız hissetmesin diye
Buna rağmen, “mutlak bir yalnızlık” der durur
Beni bile reddeder oldu!
Diyorum ya, kıymet bilmez ibnenin tekidir o!
Diyorum ya, ayrıntıları kendine sokan fetişisttin tekidir o!
O kadar çok şey var ki, düşünmemesi gereken
Bir kafa dolusu gereksiz düşünce istiflemiş aklının çatı katına
Geri dönüşümü olmayan çöplerle doldurmuş kendini
Kokuşmuş,
Ve korkutup kaçırmış etrafında kim varsa
Kim ister ki, geçtiği sokaklara çöp suyu akıtan bir çöp arabasını
Diyorum ya, çöp evinde yaşayan tımarhanelik ihtiyarın tekidir o!
Sevmiş, acı çekmiş
Gülememiş doğru dürüst, ağlayamamış bile
Korkmuş, dağa kaçmış
Yanmış sönmüş kül olmuş
Balta kesmiş, inek sikmiş
Çobanlar ardına vermiş
Çobanların hepsi, okuma-yazma bile bilmeden üniversite kazanmış
Mış mış mış…
Mışıl mışıl uyumak istiyor sonsuza kadar
Sonu olmayan bir zaman dilimi içinde
Ama gözlerini hiç açmamak üzere kapatmadan önce
Kuruluklarını gidermek için ağlamak istiyor
Birazcık sadece, yağlamak için göz kapaklarını
Yağlamak için ruhunu

Ama boş verin,
Siz iyisi mi o’nu siktir edin!
Kendi çöplüğünde bırakın o'nu
Diyorum ya, eski bir zamanda ölmüş zombinin tekidir o!

-yeni zeytin beldesi-

ben farkında değildim
bi damar bulmuş gibiydim
ve akıyordum içinde

ama hala
korkuyorum dışarı çıkmaktan
yanımda biri olması gerekiyor
konuşup yolun, kaldırımın, insanların farkına varmadan yürüyebileceğim biri
tiksiniyorum kendimden
insan olduğum için
belki de kendimden tiksindiğim için insanım
ne neyin sebebi bilmiyorum
çünkü tek bir bedene sahibim
mutlak varlık değilim
kendimi varlıkların ötesinden göremiyorum
tek bildiğim tiksindiğim
kendimden insanlardan
her hareketleri, her kelimeleri tonlarca küfür gibi
bu yüzden konuşmaktan bile korkuyorum
saçını şekilden şekile sokmuş bi çocuk
vitrinde görsem nefret edeceğim türden kıyafetlerle karşıdan geliyor
elinde telefon
bağıra bağıra konuşuyor
cümleleri duymak istemiyorum
benim duymam için söylemiyor
telefondaki her kimse ona sunuyor marjinalliğini
belki de aynı anda yanından geçen hatunun dikkatini çekmek için
düşünmek istemiyorum bu boktan ayrıntıları
ama hasta beynim düşündürüyor bi şekilde
istesem de istemesem de
insanın düşüncesini kontrol etmesi çok zordur
bunu biliyorum
küçük çocuklar
ki ben onlara ancak velet derim
sokaklar onlarla dolu
on yaşından büyük yok aralarında
büyüklerinden öğrendikleri küfürler
hepsi sik dolu
siklerinin ne işe yaradığını bilmeden attıkları "masumane" küfürler
2 liraya aldıkları plastik toplar
caddenin ortasında oynadıkları futbol
gol pozisyonunda, futbol spikeri edasıyla bağırıp çağırmaları
"arda ceza sahasında, arda şuuuut ve ...."
gibisinden hepsi
kıbrıstan diyarbakırda gelişimin ikinci günü
sigaramın jelatinini atacak bi çöp tenekesi araken kaldırımın tam ortasında uzanmış bi adam
cenin pozisyonunda
elinde kağıtlarla, teneke kutularla doldurduğu bi çuval
kıçı açıkta
yırtık pırtık kumaş pantolonunu biri, o uyurken indirmiş
evet kıçı açıkta
ve ben elimdeki jelatinle yürüken kıçı tam karşımda yerde
o hala uyuyor
ben karşı kaldırıma geçiyorum
ona bakıp gülenler var
ona gülen gençler
aynı cins saç modelli, ellerinde telefonla bağıra bağıra konuşanlardan
sokakta küfür atan veletlerin abileri
kıçı açıkta uyuyan adama gülüyorlar
ben jelatini yere atıyorum
bi çöp tenekesi fazla bu şehre, bu ülkeye, bu dünyaya!
eve gidiyorum
uyuyorum
uyuyorum
tekrar dışarı çıkmamı gerektirecek zamana kadar uyuyorum
uyudukça zaman kısalıyor
ve her uyanışta fark ediyorum ki
acı, katlanarak geliyor!
korku, nefret, mide bulantısı, baş ağrısı
yak bi sigara!
ve izmariti de çöpe değil yere at!
ya da en iyisi elinde söndür

23 Ağustos 2009 Pazar

"kurtulmaya gidemiyorum çünkü çok kirliyim.
tanrım çok kirliyim.
mabetler kirli insanlara da açılmalı.
ah, anlam veremiyorum.
tanrım neden elimi uzatınca ulaşamıyorum sana.
tanrım onlar kiliselerinde kuru yemiş yiyerek emirlerini dinliyorlar.
tanrım oto tamircileri giysilerindeki yağ ile ayine katılıyorlar.
tanrım bu samimiyet beni çıldırtıyor.
hemen sorun yaratmadan tek hamlede ulaşabiliyorlar tanrılarına.
ben mozart dinlerken namaz kılmak istiyorum.
ah tanrım neler gördüm.
şüpheniz sen de gördün ve işittin.
tanrım bu vasıflarından şüphem yok.
tanrım işitenim ve duyanımsın.
tanrım bırakma yakamı.
dinin icapları gereği, eli erkek eline değmemiş bazı kızlar ilk kez bir erkeğe dokunduklarında refleks olarak bayılıyorlar.
sonra tanrım bunlar, kendilerinden nefret edip ölüm orucu tutuyorlar.
tanrım onlara kızamıyorum, sen de beni bağışla.
ah şeytan, sen sperme bile sığıyorsun.
tanrım, dinsel taciz ve protokoller.
tanrım su ruhu temizler mi?
tanrım ganjda arınanlara bilim gülüyor.
tanrım kirimi su ile deterjan ile çıkartamıyorum.
tanrım o duayı verilen sayı kadar okudum, şimdi cennetlik miyim?
tanrım kirliyim...günahkarım.
tanrım üç kulhu bir fatiha.
tanrım kirliyim ve ihtiyacım var sana.
tanrım boşalt cehennemini geliyorum.
korkuyorum.
tanrı kokuda yaşamalı.
korku en çok senden korkmalı.
tanrım rahibelere özgürlük.
tanrım yüreğimdeki cesur korku.
tanrım az önce bulantımın kuyruğu avucumda kaldı.
tanrım hayyama şarap parası.
tanrım nietzcheyi bağışla.
tanrım aç camilerin kapılarını kirli insanlara.
tanrım ben seni küçük bir üzüm çekirdeğinde buldum.
tanrım kurtulmak için süpermeni, müslüman olmak için kaptan kustonun ünlü keşfini bekleyemem.
onlarca insan müslüman olmak için kustoyu bekledi.
heyhaat!
tanrım o çılgınlar seni benden ayırdı.
tanrım yanıyorum bu soğuk cehennemde.
tanrım bir şekilde günaha girmeden geçinmenin yollarını öğret.
tanrım bıktım aynı plağı dinlemekten.
tanrım iç yağı ve keçe.
tanrım dış yağı ve keçi.
tanrım muhammedin eteklerine nakşet.
tanrım al bu kulunu ibret et.
tanrım ayak uyduramıyorum bu çağa.
tanrım kazım da iyi bir insandı.
tanrım hitler ne yaptıysa ülkesi için yaptı.
tanrım fırınlar çiçek bahçesi olsun.
tanrım eyyübden düşen kurtları bana gönder.
tanrım bana yine ağlamasını öğret.
tanrım bir ümit, tek işaret.
tanrım içimdeki fare.
tanrım daha fazla aratma. önüm arkam sağım solum soru.
tanrım daha fazla kanatma.
tanrım her sorunun cevabı olmalı.
tanrım koşar adım gelebilmenin çareleri.
tanrım ebu cehil en büyük öğretmen.
tanrım biliyor musun onu tekmeledim.
tanrım artık saat dokuzu çeyrek geçmiyor.
tanrım bir armuda değer miydi?
tanrım doğmadan evvel hazır olan rızkım?
tanrım makarna yemem gerektiğine karar verilmiş.
tanrım bir yetmiş boyunda elli kilo ağırlığında bir adam nasıl herkese yük oldu?
tanrım herşeyi bırakıp fenerbahçe taraftarı mı olsam?
tanrım kaf dağındaki kuş olsam da sana ulaşsam.
tanrım ayetlerini hep aleyhimde kullanıyorlar.
tanrım biliyorum beni de öldürecekler.
tanrım niçe senin öldüğünü sanıyor.
tanrım gaflet ve delalet.
tanrım turan dursun ikna oldu mu?
tanrım içimdeki cami duvarları.
tanrım seni savunup duruyorlar.
tanrım senin avukata ihtiyacın yok.
tanrım bütün avukatlar sana muhtaç.
tanrım kendi karınlarını doyurmak için senin adına dileniyorlar.
tanrım onları sana havale ediyorum.
tanrım beni tashih et.
tanrım ak bana arındır kirlerimden."

(bülent akyürek)
"çünkü ben seni, senin mutluluğun için sevmeyecek kadar çok seviyorum"

(bülent akyürek)

deneme deneme 1-2-3

komikti, gerçekten!
nerden nasıl tanıştığımı bilmediğim bir kızla karşı karşıya oturmuş konuşuyorduk
kızın hemen arkasında buluşmamızı ayarlayan çöp çatan arkadaşlar dördüncüyü bulamadıkları okeyi döndürüyorlardı.
az evvel dördüncü bendim, üçüncü şu an karşımda oturan kızdı.
şimdi kızın yerini alan arkadaş da kıza vermem için gül almaya gitmişti.
benim gülden haberim yoktu. istememiştim
ama çöp çatan çetesi benim mürvetimi düşünüp gül aldırmışlardı.
gülü alan arkadaş beni aradı, kafeden aşağı indim,
elime tutuşturdu gülü, ne bu dedim, gül dedi ona verirsin
evet okey masasında, simlenip parfümlenmiş gülü kıza verip gölnünü çalacaktım!
harika, gerçekten!

al dedim, teşekkür etti,
bunun için mi aşağı indin diye sordu
hıhım, arkadaşlar sağ olsun dedim
alaycı bi şekilde güldü
çokta tın!

nasıl bir laf etmiş olmalıyım ki şu an bu kızın karşısındayım acaba? diye düşünürken ben
o, eski sevgililerini dövdüğünü anlatıp göz dağı vermeye çalışıyordu
"beni aldattı diye bıçakla yaraladım"
"okulun ortasında sopayla peşine verdim" gibi şeyler
ve iki de bir sigara krizim tuttu diyip sigara istiyordu
ve içiyordu da
ve içine çekmeyi beceremiyordu maalesef
peki dedim kendi kendime
işler elimde olmadan boka sardı
battı balık yan gider, biraz oynayalım!

seni asla bırakmam bana güven, gibi laflar etmeye başladım birden bire
gözleri açıldı, biraz gülümsedi, hoşuna gitti
olmaz dedi naz ayağına
olur dedim inadına
senden hoşlandım, bu sevgiye hatta aşka bile dönüşür bana inan(!) dedim romantik ses tonumla
ama maalesef kızın cümlenin sonundaki parantez arası ünlemden haberi yoktu!
olsaydı, birkaç klişe güzel laf ve sözden sonra "iyi peki deniyelim" demez,
kafeden çıkar çıkmaz koluma yapışmaz,
gittiğimiz parkta kafasını göğsüme yaslayarak oturmaz,
gözlerimin içine bakıp "beni bırakma lütfen" derken avucumu okşamazdı.
ve bunları ilk bir saat içinde yapması da cabası!

bir hafta sürdü her şey!
sürekli aşk ve sevgi ve hasret ve şiir dolu mesajlar atması,
gecenin bir yarısı arayıp "seni çok seviyorum canım" demesi,
"beni seviyor musun?" sorularına,
"hayır, sevmiyorum! bir haftada kim kimi sevmiş ki. daha doğru düzgün tanımıyorum bile birbirimizi" diye cevap vermem
kendi çapında yapmaya çalıştığı kıskançlık atakları
ilgi atakları
14 şubat gibi boktan bir günü,
birlikteliklerinin en özel ve en mecburi günü kabul eden tüm çiftlerin yapabilecekleri her şeyi, ezberlemiş gibi yapması sadece bir hafta sürdü!
kısa, gerçekten!

tam bir hafta sonra "olmaz" dedim,
"türkiyenin öbür ucundaki kuzenimi bile doğru düzgün aramazken ben, seni 7/24 aramamı bekleme benden" dedim
"kuzenin benden daha mı değerli?" dediğinde de, kesin ve net bir şekilde "evet" dedim
"demek öyle? peki ben kuzenimi senden daha üstün konuma koysam hoşuna gider miydi?"
"koyarsın tabi, ne olacak?"
"nasıl böyle dersin, biz sevgiliyiz!"
"henüz birbirini tanımayan bir haftalık sevgilileriz!"
gibi gibi gibi...

bitti işte,
çünkü bitsin istiyordum
çünkü kız gitgide bağlanıyordu ve bunu söylemekten çekinmiyordu
daha kötü ve köklü bir hal almadan bitirmek en iyisiydi.
saçmalık, gerçekten!

arkadaşımı aramıştım, servisteydi
bağrışanların sesinden doğru düzgün konuşamamıştık
yanındaki kızı bi sustur da konuşalım, demiştim
al sen sustur diyip telefonu ona vermişti

"bir ara okula gelirsin tanışırız" demişti kız, telefonu arkadaşa geri vermeden önce
arkadaşlardan alınan gaz, biraz sıkıntıyla karışınca okula gidip tanıştım kızla

sonrası anlattığım gibi işte...
ve saçmalıktı, gerçekten!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

"dün gece güzel bir rüyadaydım yine!"

...ve ancak rüyalar güzel olur seni aptal!
ancak rüyanda görürsün o kusursuz, saf mutluluğu
hesap vermeden, canınla kanınla bedel ödemeden sahip olacağın,
ya da hayatın veresiye defterine,
daha sonra burnundan fitil fitil getirerek ödetecekleri
borçlar olarak yazdırmayacağın güzel bir günü ancak uyurken yaşarsın
ve uyanınca sen, bitmiştir her şey!

binbir gece masalları misali

küçük hikayeler anlat bana,
harikulade olmasınlar
mutlu sonları olmasın
sonları bile olmasa olur
sadece, ben uyuyana dek sürsün bu iyiliğin
uyanınca unutmam iyiliği ve öderim karşılığını
sadece uyumak istiyorum çünkü
küçük hikayeler anlat işte
en gerçeğinden en yalanına doğru gitsin
sonlara doğru yavaşlasın
kısalsın
sonra ben uyurum zaten sen yalanlara geçemeden
yorgunluk uyutur beni
gerçeklerin yorduğu beynim emreder uyumamı
senin bi şey yapman gerekmez
birkaç küçük hikaye yalnızca
ve yalnız kalınca anlam kazananlardan
kim olduğumu boşver sen!
kim olduğunu da!
şimdi başlarsan, çok şey anlatmış olursun ben uyuyana kadar
gözlerim kapalı olur
ama uyanığımdır, artık açamayacağım zamana dek

Bebelere Balon!!!

İnce ve her birinde ayrı ayrı ruj izi olan izmaritlerle doldurduğu kül tablasını temizlerken ben, “slim” paketinden yeni bir sigara çıkardı ve yakmak için benden ateş istedi. Kemerimin altına sıkıştırdığım, üzerinde casino’nun adının yazdığı çakmağı kadına uzattım. Casino’nun kül tablası temizleyen bir çalışanı olarak nezaketen yakmamı bekledi sigarasını; ama yakmadım, kendisi yaksın diye uzattım sadece. Dalgınlığıma gelmişti belki de. Kadın sigarasını yakıp çakmağı bana geri verdikten sonra “ben yakmalıydım herhalde” diye düşündüm. Biraz geç aklıma gelmişti. Çünkü o anda, giydiği çiçekli hamile kıyafetinin altındaki kabarıklığın içinde debelenen bebeği düşünüyordum!
Sonra benden votka-limon istedi. “peki” dedim, “size bi garson çağırıyım, siparişinizi ona verin.” Altı-yedi aylık hamileydi sanırım. Aynı poker masasında yanında oturan, püfür püfür kallavi bir puroyu tüttüren adam umurunda değil. Kendi sigarası da öyle. Ve birazdan gelecek votka-limon da öyle. Ve dolayısıyla o bebek de umurunda değildi! Belki de; kötü giden evliliklerini kurtarmak, milyarder kocasının, metresiyle daha az vakit geçirmesini sağlamak ve kocasını kendine yeniden bağlamak uğruna planlanmış bir hamilelikti onunki. Bebek amaç değil sadece ve sadece araçtı, votkasından ilk yudumlarını alan bu kadın için.
Sigara paketlerinin üstünden öğrendiğim kadarıyla, erken doğum riski vardı böyle hamileliklerde. Böyle derken, daha uzun süre zengin yaşayabilmek adına kalınmış hamileliklerden değil de, annenin sigara içtiği hamileliklerden bahsediyorum. Evet, erken doğum, sakat doğum, salak doğum, geri zekalı doğum! Bunların hepsi mümkündü. Düşük de yapabilirdi. Bebek anne karnında ölürdü. Anne üzüntüsünden kahrolurdu. Annenin bu halini gören baba, karısının baş ucundan ayrılmazdı. İlgisi katlanarak büyürdü. Karısına moral olsun diye ve yeni bir çocuk yapıp-yapmamayı düşünmeleri için ikinci balayına çıkarlardı. Tabi bu balayı teklifini en ağırından bir pırlanta yüzükle yapardı. Falan filan…
Sonra gökten üç elma düştü, biri anne adayının karnına, diğeri kodaman kocanın yatağına ve sonuncusu da puro tüttüren moruğun kafasına!
Her şey mümkündü. Ve her şey, tersine akıtılan bir nehrin içinde yönünü şaşırmış balıklar gibiydi.

21 Ağustos 2009 Cuma

mutluluk-mesela-fakat

mutluluk,
beyindeki ur, ayaktaki nasır,
kıçtaki basur, ayaktabanındaki sinek ısırığı,
kulaktaki sivilce, burundaki kıl,
bacaktaki kıl dönmesi, sırttaki çıban,
ve saçtaki bit gibidir.
paylaştıkça çoğalır, yayılır ruhuna
ve öldürür sonunda.
zira alışmış kudurmuştan beterdir!

mesela,
acı, nefret, sinir kudurtur; ama ne öldürür ne de kalıcıdır.
dişini sıkarsın kudurmuşken ve ağzından köpükler saçarak
dayanırsın; sonra geçer gider,
dinginlik gelir ardından
huzur dolu bi yorgunluk gibidir sonrası

fakat,
mutluluk, alışkanlık yapar
üstüne üstlük kalıcı değildir
uçar gider, yanar söner ve kül olur!
ardında bıraktığı küllere gömdürür seni
çürütmesini de iyi bilir, ruhları

Geceye ithafhen

Şimdi ben,
Bana deliksiz uykular ve tatlı rüyalar vaat etmeyen bu adi geceye,
Boğuk bulutların gökyüzünü istila ettiği, bu esintisiz sıcak geceye,
Televizyon kanallarında, çizgi film çağımızdan kalma bayat dizilerin Ve
Altmışlı yılların Ayhan Işık’lı siyah-beyaz filmlerin döndüğü
Bu küf kokan geceye,
Yarına dair her türlü hoş beklentinin boş olduğunu bildiğim
Bu yitik geceye,
Umut denen cellâdın karanlıkta pusuya yattığı bu işbirlikçi geceye,
Çektirdiği acılardan sıkıldığım bu her şeyin bokunu çıkaran geceye,
En sevdiğim müziklerin bile başıma sancılar sapladığı bu ibne geceye,
Eskiyi özletmeyi beceren;
Belki dünü, belki iki gün öncesini, belki dört yıl öncesini…
Beraber gülmeyi başardığımız,
Gerçeği arama kaygısından uzakta ama yalansız huzuru bulduğumuz,
Henüz insan olduğumuz, henüz hayvanlaşmadığımız günleri özleten
Bu bunamış geceye,
Ağzımdaki, aklımdaki pisliği tükürmeye çalışırken sayfaya
Karşımda şekillenen kirli dandik görüntülerle benle alay eden
Bu orospu çocuğu geceye
Aklımdan geçen küfürleri yağdırmaya devam edersem
Hak etmediği iltifatları yağdırmayı denersem
Bu yazdıklarımı ona ithaf edersem
Bu gecenin dünden farkı ne olur?
Ne değişir?
Kim bilir, kim okur ve kim anlar?

natasha!

aslında bu hatunun gerçek ismi victorya
ama bana tüm rus hatunlarının ismi "natasha"ymış gibi geliyor
erkeklerine de viladimir demeyi tercih ederim
bu yüzden bu karıya da victorya demek yerine natasha demek istiyorum.
beyaz tenli, zayıf biri...
saçları sarı; kut biçimde kestirmiş saçlarını,
fön makinasıyla kapartmış
ama bu kapartma ona hiç yakışmamış
adi bir peruk takmış gibi duruyor
saç telleri plastik olan kalitesiz peruklardan
biraz gıcık oldum bu karıya!
belki gıcık olduğum için kılık kıyafeti bile midemi bulandırıyor
gözleri mesela, yeşil
ama öyle zümrüt yeşili falan da değil
iğrenç bi yeşil
bok yeşili!
doğru düzgün türkçe de bilmiyor
ve bu türkçe bilmiyor oluşu
kızıdığı zaman rusça'ya bağlaması ona büyük bi avantaj sağlıyor
ne dediğini zerre kadar anlamıyorum
sinirli sinirli
hızlı hızlı
bildiğiniz bi rusça konuşuyor
"r" harfini bastıra bastıra!


zengin heriflerin dizildiği poker masasının küllüklerini itinayla temizlerken
zayıf kara kuru, sarı bıyıklı bi kodaman benden şekerli türk kahvesi istedi
temizlikçilerin sipariş alma, siparişi getirme,
getirdiği siparişi müşteriye nazik nazik ikram etme,
istiyen müşteriye çayını kahvesini üfleyerek içirme,
dudağından akan kahve damlasını peçeteyle silme gibi bir yetkisi yoktur!
iyiki de yoktur!
ama müşteri, özellikle de poker masasında milyarlar kaybeden bi müşteriyse
bi temizlikçiden dahi olsa sipariş istediğinde aksatmamak gerekir
müşteri veli nimettir ne de olsa!
işte bu veli nimet efendi de benden şekerli türk kahvesi istedi
sabahın beşi ya da altısıydı
artık yavaş yavaş toparlanıyordu casino
ama bıkmak bilmeyen pokerciler son dakkaya kadar oynamaya devam eder
her neyse...
"bi şekerli türk kahvesi alabilir miyim?"
"peki efendim"

dediğim gibi sipariş getirme gibi bi yetkim yoktur
bana söylenen siparişi garsonlara iletirim, onlar da hazırlayıp müşterinin önüne koyar
eğer müşteri isterse götüne bile koyar
müşteri sonuçta; veli nimet!

bi garson görmek için etrafıma bakındım
zira müşteriyi bekletmemek gerekir
işte barın önünde natasha'yı gördüm
elinde tepsi mal gibi etrafına bakıyordu
yanına gittim
"poker masasından şekerli kahve istiyorlar"
"bej tane poker masasi var, hangisine söylüyorsun" dedi bana natasha karı!
"beş tane masa var ama şu an sadece birinde poker oynanıyor" dedim
"ben anlamıyor seni, git başkasına söyle"
vay kahpe!
ne dediğimi anlamadın demek geçti içimden
sustum...
"bak köşedeki poker masasına git siparişi al, bu kadar basit"
ben bunu söylerken suratıma bile bakmadan barın arkasındaki mutfağa geçti natasha
hareketlerindeki kendini beğenmişlik beni delirtmek üzereydi
mutfağa geçerken arkasından bakakaldım
içimden türlü türlü küfürler geçiyordu
ama yine sustum...
sadece burnumdan soludum
burnumdan solurken başka bi garson yanıma geldi
"kahveyi isteyen hangi müşteri, bana göster sen" dedi
"işte ordaki zayıf herif"
"tamam" dedi, "ben hallederim"
"eyvalla" dedim
küllük temizleme işine geri döndüm
sonra, biraz tuvalet kağıtı topladım
boklu olan tuvalet kağıtlarından
klozete değil de çöp kovasına atılan tuvalet kağıtlarından
biraz izmarit topladım
küllükte değil de pisuvarlarda söndürülen izmaritlerden
sonra elimi yıkadım
sonra bi sigara içtim
sonra sigarayı klozete atıp sifonu çektim!

20 Ağustos 2009 Perşembe

himalayalarda yamaş paraşütü yaptıktan sonra, heidi'nin dedesiyle tavla oynamak istiyorum!

bütün gününü evin, o bitmez tükenmez sıkıcılığı içinde
yatarak, uyuyarak, uzanarak, biraz da uyuyarak geçirince
anlatacak ya da yazacak ya da düşünecek pek bir şey kalmıyor
bu boşluktan istifade rüyalar hücum ediyor kısa uykuların içine
ve içine ediyor sabahın!
kafanın arkasından enseye kadar inen baş ağrılarına dönüşüyor birbirinden kusursuz rüyalar silsilesi
geçen geçe üç dört kişiden adam akıllı bi dayak yemiş gibi kalmış oluyorsun, belini mahveden yataktan
yerde yatarım daha iyi diyorsun, ki daha iyidir sert zemin; ama sırf kemik ve deriden oluşan bir kıça ve sırta sahip olunca zeminin sertliği dayanılmaz olabiliyor
her neyse işte...
yapacak pek bi şey yok
sıradışılık çok uzakta
daha boktan kaygılar sarıyor beynini
ve sarsıyor o uyuşuk bedenini
yenilik de yok,
hep aynı, uzun uzun, kısa kısa devam ediyor

19 Ağustos 2009 Çarşamba

-stand by-

beklemek yetiyor dediğimde, "neyi?" diye sordular
bilmiyorum dedim, bilmek de istemiyorum diye ekledim
anlamsız geldi ilk önce, sonra biraz daha anlamını yitirdi
şimdilerde anlamsız denilemeyecek kadar önemsiz!

"insan neyi beklediğini bilmez mi?"
"ben bilmiyorum. beklemek yetiyor, biraz düşünce, sonra küçük tahminler ve ardından oturuyor parçalar. o muazzam resim ortaya çıkıyor"

14 Ağustos 2009 Cuma

kuyruklu yıldız(lar)

gecenin biri veya ikisi
işten çıkmıştım ve servisi kaçırmıştım
uzun bir yolu yürümek zorundaydım
bilmediğim sokaklarda görmeyen gözlerle gece karanlığında
yanımdan hızla geçen bin bir çeşit arabanın far ışıkları gözlerimi kamaştırırken yürüyordum. tanıdık bir tabela veya dükkan arıyordum
dönebileceğim bir köşe başı ya da
yoktu! ıssız yolda otostop çağrımı umursamayan arabalardan,
tabanı ezilmiş kundurama batan çakıl taşlarından,
su toplamış ayaklarımdan, açlıktan ezilmiş midemden,susuzluktan kurumuş damağımdan başka hiçbir bok yoktu o gece!
ve ben yol üstünde yorgunluktan bayılmamak için olanca gayretimle hareket ediyordum.
birkaç saat yürüdükten sonra ileride bir benzin istasyonun ışıklarını fark ettim
sonunda dedim yolu tarif edecek birilerini bulabileceğim bir yer!
bu heyecanla adımlarımı hızlandırdım
istasyonda, plastik bir sandalyede oturmuş kel bir herif vardı.
yanına yaklaşında ayağa kalktı ve "buyrun" dedi
gideceğim yeri sordum, nasıl gideceğimi falan
"bi kaç yüz metre ileride starling market tabelası var, ordan sola sap bi kaç yüz metre daha yürü önüne üç yol ayrımı çıkacak, işte orda sağa sap bi kaç yüz metre daha yürürsen gideceğin siteyi bulursun abi" dedi. sağ olsun...
"peki" dedim, "sağ ol"
birkaç adım attıktan sonra arkamı dönüp "bi bardak su var mı içecek?" diye sordum.
"valla şişe su tek var abi" dedi.
"neyse" dedim, "kolay gelsin" zira tek kuruş param yoktu.
tekrar yürümeye koyuldum; ama ayaklarım beni öldürecekti.
yol kenarında çöküp bi sigara yaktım.
hiç bitmeyecek gibi içtim
bitti...yola devam ettim.
açlık ve susuzluk artık çok umurumda değildi.
sadece uyumak istiyordum, ayaklarımı dinlendirmek...
aynen herifin dediği gibi market tabelasını gördüm.
hemen sola saptım.
bu girdiğin sokak az önceki ana caddeden daha karanlıktı.
iki yanımda uzanan bahçeli villaların köpekleri havlıyordu.
aldırış etmemeliydim.
ama beni fark eden köpek hemen havlamaya başlıyordu.
o köpekler için yapabileceğim bir şey yoktu.
yolumda gidiyordum sadece.
gözlerimi kısarak bakınca, karşıdan bi erkekle bi kadının geldiklerini gördüm.
el ele tutuşmuşlardı, ikisi de sarışındı.
ama tam emin değildim.
bulanık iki silüettiler benim için. giderek belirginleşiyorlardı.
iyice yaklaştıklarında yolun geri kalanını sormak için "pardon" dedim,"acaba..."
laf ağzımdayken herif ne dediğimi anlamaya çalışarak "sorry" diyince anladım durumu.
sadece turisttiler!
ben de "sorry" diyip uzaklaştım.
arkamdan mırıldandıklarını duydum.
tabi anlamadım ne dediklerini. belki küfür atıyordular bana.
neden olmasın
ingilizce bilmediğime kızdım biraz. fakat kızmam uzun sürmedi.
çünkü, bu yorgunluk üzerine böyle bir şey daha kaldırcak kuvvette değildim.
biraz daha yürüdükten sonra istasyondaki herifin "üç yol ayrımı" dediği yere geldim.
sağa saptım.
nihayet tanıdık bir sokağa girmiştim.
bundan sonrasını biliyordum.
sadece yürümem gerekiyordu.
tek sorun birkaç dakka daha ayağımdan dizlerime kadar vuran acıya dayanmaktı.
bu sokağın iki yanında da villalar dizilmişti.
önlerinde son model arabalar,limon ağaçları ve tabi ki köpekler!
bi villanın balkonunda gökyüzüne bakan yaşlı bir kadın gördüm.
kunduraların çıkardığı tak tak sesleri dikkatini çekmiş olacak ki aşağıya,
bana döndürdü kafasını.
kısa beyaz saçlı bi ihtiyardı.
gülümsedi ve eliyle gökyüzünü işaret edip "bak" dedi, "kuyruklu yıldız geçiyor"
baktım; ama cılız ışıklı bir iki küçük yıldızdan başka hirbir şey yoktu.
"göremedim" dedim. "aa baksana iki tane var hemde" dedi.
şaşkınlıkla tekrar dönüp baktım.
ama iki kuyruklu yıldızı bırak, doğru düzgün yıldız bile yoktu yukarıda.
hem iki kuyruklu yıldızın gökyüzünde aynı anda işi neydi?
böyle bi şey olabilir miydi ki? sanmam...
"göremiyor musun?" diye sordu heyecanla.
balkondan aşağı düşecek diye korktum.
"hayır göremiyorum" dedim, "gözlerim bozuk, ondan herhalde"
ihtiyar hala seyrederken "kuyruklu yıldızları" yorgun adımlarla uzaklaştım o villadan.
uyuyabileceğim bir çekyatın olduğu dairenin bulunduğu binayı gördüm.
gerçekten sevinmiştim.
hatta bu sevinçle bir anlığına ağrılarımı unuttum diyebilirim.
hemen binaya girip kendimi eve ayakkabılarla attım.
kanepeye yayıldım.
uzanır uzanmaz keskin bir acı ayak parmaklarımdan belime hücum etti.
kalkıp ayyakkabılarımı çıkardım. dolabı açtım.
dünden, ya da önceki günden kalma bir tencere çorba, bir iki yumurta
ve bir şişe su arasından seçimimi sudan yana kullandım.
kana kana içtim. soğuk su boş mideye inince sancı tuttu.
ama ayaklarımın ağrısı tartışmasız birinciydi!
ellerimi yüzümü yıkayıp tekrar uzandım kanepeye.
başımın altına ter kokan mavi minderi koyup gözlerimi kapattım.
dakikalarca kapalı tuttum.
parmaklarıma giren kramplar uykuya izin vermiyordu.
ağrı tüm şiddetiyle devam ederken aklıma birden, yıldızlarla kafayı bozmuş ihtiyar geldi.
kendi kendime güldüm.
gözlerim hala kapalıydı. açarsam bir daha uyuyamam, biliyordum.
kanepede döne döne uyudum
tuhaf bir akşamdı. yorgun ve yıldızsız bir gökyüzü güneşi bekliyordu.
hepsi bu...

13 Ağustos 2009 Perşembe

düşününce...

iki farklı zaman diliminde yaşayan bir aileyi düşünün. evlerinde her gün yemek pişen, aile resinin eve sıcak ekmeklerle gelebildiği, mutlu küçük bir aile. ve bu küçük ailenin küçük çocukları, ilk zaman diliminde herhangi bir nedenden dolayı ölür. anne baba çocuklarının ölümüne türk filmlerinde görmeye alıştığımız şekilde üzülür. beyazlayan saçlar, babanın uzayan sakalları, alkol, sigara vesaire...çocuk gömülür. artık onun nerede olduğu bellidir. toprağın altındadır çocuk ve geri dönmesi büyük bir mucizedir artık. ama bilirler onun nerede olduğunu. artık tek yapmaları gereken şey oturup acıya alışmaktır. yeterince üzülmek gerekir zira. ruh, acı eşiğini genişletene dek sabretmek gerekir. uzun vadeli bir huzur için, kısa vadeli acı çekmek gerekir. eğer acı uzunsa huzur ondan daha uzundur.
iyi sonuçlar için kötü sebeplere katlanmak gerekir!
diğer zaman diliminde ise çocuk ölmez. ya da ölür ama ailenin bundan haberi bile olmaz. çünkü çocuk kaçırılmıştır. çocuklarının kim olduğu belirsiz adamlar tarafından ne amaçla kaçırıldığını bilmeyen bir aile kalmıştır geriye! ne yapılması gerektiğini bilemezler. beklerler, beklerler ama neyi? çocuklarının dönmesini mi? ölüm haberini mi? çünkü aralık kalan bi kapı kalmıştır çocuğun ardından. ve her kapı gıcırtısında binbir heyecanla kapıya koşan bir anne ve baba vardır. beklenir, acı çekerek; fakat bu acının sonu belli değildir. ancak çocuğun akıbeti bu acının akıbetini belirler. huzur kalmaz, çünkü küçük bir umut her zaman vardır. sadece işkence uzar! aralık duran kapıya her koştuklarında, gıcırtının yalnızca rüzgar esintisi olduğunu gören aile, çivi üstünde oturdukları yerlerine katlanmış bir acı ve huzuru kaçmış bir ruhla geri döner.
uzar, uzar, uzar...bomboş bir karanlığa doğru! neyi beklediğini bilerek geçirilen işkence günleridir, doğru acıyı çekememenin getirdiği daha acı günlerdir aslında!

10 Ağustos 2009 Pazartesi

sana, en uygun biçimce acı çektirmiştir
sonra o verdiği acıları avutarak mutlu etmiştir ruhunu
ve sonra gitme zamanı gelir
çünkü bitme zamanı gelmiştir
sen, bitiş çizgisinin neye benzediğini bile bilemezken
o çoktan rengi seçmiş ve çizmeye başlamıştır titizlikle
bunca şeyden sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkarmak onu kalbinden
büyük küstahlıktır!
derince bir çukur kazmalısın kalbinde
ondan öncekiler için kazdıklarının yanına
gömmelisin sonra, büyük bir ciddiyetle
bir taş belki...mezar taşı!
herhangi bir isme gerek yoktur senin mezarlığında
onun hakkında hatırladıkların, bir isimden daha değerlidir!

can çekişmeli ayininden sonra "öldü" diyebilirsin artık,
mezarın çürütmesini bekleyerek aşkını
ve hiçbir şey olmamış gibi
ve aslında her şey olup bitmiş gibi
ölüp gitmiş gibi!

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Büyük Lokmaları Özleyen "ben"

duman altı bir ortamda,
bira bardaklarının perspektifinden çekilmiş fotoğraflarını gösteriyordu bana
dijital makinasının 2,5 inçlik ekranında
sırayla geçiyordu ve her yeni fotoğrafta bi şeyler anlatıyordu fotoğrafa dair
"bak bu, ben ve bilmem kim"
"bak bu, bilmem kim ve bilmem kimin kız arkadaşı" falan filan...
biraz susmuştuk
bu suskunluk sırasında düşünüyordum
düşündüklerim o anla sınırlı değildi
muhabbetin kesildi esnada "konuşmayı nasıl devam ettir-meliyim acaba?" gibi şeyler düşünmezdim hiçbir zaman
devam edecekse ederdi zaten
beklemek gerekirdi biraz
kendini teslim eden cümleler lazımdı bize
kolundan çektiğimiz cümleler yaramazdı konuşmalara
"yanlış anlama ama" dedim " bana bunları niye gösteriyorsun? yani gerçekten canımı sıkmaya başladı tanımadığım insanların sarhoş hallerini görmek"
"ya ne biliyim, canım sıkıldı diye gösteriyorum ben de"
"hatta yanlış anlaşılacak bi cümle de değil söylediğim, alınma sadece"
"hayır canım, ne alınacam"
fotoğraf makinasını kapatıp çantasına geri koydu
susmaya devam ettik
bana kalsa daha beklerdim ama o konuşacak bi şeyler arıyordu
susmamak için her boktan bahsedebilirdi
ama ben bu bok kokusuna razı değildim
yeri geldiğinde konuştuğumuzdan daha uzun süre susmalıydık da
ama o, suskunluğu, sükûneti hazmedemeyenlerdendi
konuşmanın bittiği yerde,
gerçekten bitmesi gerektiği yerde susmak ona göre büyük bir hataydı
yanlıştı
aksaklıktı
belki de özür
"bi sigara versene" dedim
üstüne ismini kazıttığı metal tablasından iki sigara çıkartıp birini bana uzattı
sigarayı bilerek istemiştim
ben içersem onunda içeceğini biliyordum
ve o sigara içerse, beyni biraz olsun uyuşur, kendini sigara dumanının hipnotik etkisine bırakabilirdi
tahmin ettiğim gibi oldu
bir iki uyudum aldıktan sonra, birbirimizin suratına doğru üflediğimiz dumanlar masanın üstünü kaplayınca karşılıklı koltuklara iyice yaslandık
sustuk...
susma eylemini artık karşılık olarak yapıyorduk
mütemadiyen yaptığım gibi düşünmeye başladım:
karşılıklı oturan iki insanın,
veya yan yana oturuyor olsunlar,
konuşma zorunluluğunu içinde olması çok mu şarttı?

7 Ağustos 2009 Cuma

bir sabah...

bir beynin kılcalları gibi dallanmış ağacı gören insanlar,
algılarını kaybedip
geçmiş ve geleceklerine dair bütün adaklarını ağacın yere sarkan dallarına adadılar!

6 Ağustos 2009 Perşembe

Bak Kapı Orda!

misafir ummayı bırakalı çok oldu
girdip çıktığı evlerde ne varsa alır oldu
kovulmayı göze aldı
kıçına sıkı bir tekme yemeyi hatta


davetsiz misafirler için
fazladan bir tabak bulunduralım masada
ne olur ne olmaz
olan olur zaten
misafir gelir
davetisiz
selamsız sabahsız
gözü dönmüş ve göze almış kovulmayı
gitmemek uğruna