20 Nisan 2012 Cuma

ketçapı bol olsun

Üç katlı Ali Emri İlköğretim Okulu’nun en üst katında, duvarlarında “ibbinee”, “memo’yi sikeyim” türünden samimi iltifatları barındıran uzun beyaz koridorun en sonunda, kapısında “7-L” yazan sınıfın öğretmen masasının hemen önündeki sırada Tuba adında bir kız vardı. Tuba’nın beş sıra arkasında da askılığa asılmış onca montun arasında boğulmakta olan ben vardım. Benim yanındaysa yavşak Anıl vardı. Anıl’ın bilekleri çok inceydi. Kayışını son deliğe kadar sıkmasına rağmen kolundan sarkan “casio” marka, doğum günü hediyesi bir saat kullanıyordu. Hesap makineli olanlardandı. Matematik yazılılarında çok işine yarıyordu yavşağın. Ve Anıl uzun burunluydu. Zayıflığı ve uzun burnuyla piyanistteki Adrien Brody’i andırıyordu. Tabi ben o zamanlar bu aktörü tanımıyordum. Ve bu yavşak Anıl en önde oturan Tuba’yı bana kaşıyla gözüyle işaret edip kafasını sallıyordu. Kafasını sallarken de o iğrenç geniş ağzıyla pis pis gülümsüyordu.
Bir ara Tuba’ya aşık olmaya çalışmıştım. Tuba güzel kızdı harbiden. Kısa saçlı ve beyaz tenliydi. Pamuk gibi yanakları vardı. Gerçi ben hiç dokunamadım, ama öyle görünüyordu. Benden önce sınıftaki erkeklerin neredeyse yarısının Tuba’ya aşık olduğunu öğrenmiştim sonra. Vazgeçmiştim aşık olmaktan. Hem bana göre değildi o kız. Kim olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama biri Tuba’nın orospu olduğunu söylemişti bana. Liseye giden bir sürü sevgilisi varmış, hepsiyle sikişiyormuş falan. Bunları da sanki gözleriyle görmüş gibi, biraz zorlasaymış kendisi de sikebilecekmiş gibi anlatıyordu bana. O andan itibaren Tuba’ya karşı bakışım değişmişti. Düşüncelerim alt üst olmuştu. O güzel kızın liseli basketçilerin altına yatması beni üzmüştü bir yerde. Ama olan da olmuştu. Sinirleniyordum. Karşısına dikilip “tuba, seni küçük orospu!” demek istiyordum ona, “herkese var da bana yok mu?”
Evet, yok! Olmasın da. Olmadı da. Ama içimde biriken sinir, pamuk yanaklıya her baktığımda katlanıyordu. O liselilerden birini sınıfın ortasında pataklarken Tuba’ya ilanı aşk etmeliydim. Tabi bu da olmadı. Kendimde o cesareti göremiyordum çünkü. Daha Tuba’ya selam bile veremezken bu tür düşünceler çok çok uzak hayallerdi.
Meçhul kişiden aldığım sırla kendimi bir yandan da yüceltiyordum. Birçok kişinin bilmedi bir şey vardı elimde. Büyük kozdu! Ama bir süre sonra bu muazzam sır içime sığmamaya başladı. Sığmadığı ölçüde de sıkıntı veriyordu. Birine anlatmak beni rahatlatırdı belki. Ama hem Tuba’yı tanıyan hem de çok güvendiğim biri olmalıydı. Dertleşebilirdim böylece. İçimdeki sıkıntı, üzüntü, sinir karışımı şeyden bahsederdim. Rahatlamış olurdum.
Yavşak Anıl’ı seçtim ben de. Yenişehir İlköğretim okulunda dördüncü sınıfa kadar beraber okumuştuk. Sonra o özel okula geçmişti. Bense yediye kadar o okuldaydım. Yedinci sınıfta Ali Emri’ye geçtiğimde onunla yine aynı sınıftaydık. Özeli bırakıp devlete geri dönmüştü. Bunca yıllık boktan bir arkadaşlığın getirdiği güven duygusuyla gidip yavşak Anıl’a anlattım o muazzam sırrı. Öncesinde kimseye söylememesi için yeminler ettirmiştim. Yemin etmişti. Gözlerimle görmüş gibi, biraz zorlasaymışım ben de sikebilecekmişim gibi anlattım ona. Pür dikkat dinliyordu. Dinledi, dinledi. Sonra hiçbir şey demeden, tahtaya konuşanları yazan Tuba’ya baktı.
“seni Tuba’ya söyleyecem” dedi o iğrenç gülüşüyle. Anlatmamalıydım! Sıkıntıdan gebersem de anlatmamalıydım işte. Hay ağzıma sıçayım.
“yemin etmiştin!” diye bağırdım. Bağırınca ismimin yanına pembe bir çarpı yedim.
“ama” dedi, “istediğimi yaparsan söylemem”
“ne istiyorsun” diye sordum. Derin bir nefes alıyordum sanki.
“gidip ismimi sil tahtadan” dedi.
“tamam” dedim. Kolay sayılırdı. Bu istediğin Anıl’ın şantajlı ilk ve son istediği olacağını sanarak ve iki pembe çarpıyı daha göze alarak silgiyi öğretmenler masasından alıp ismi sildim. Yavşak Anıl!
İsmimin yanındaki her çarpı bana bir tokat olarak çarpabilirdi. Bazı öğretmenlerimizin böyle fantezileri olurdu çünkü. Ve bu Anıl’ın son isteği değildi! Artık ara ara Tuba’yı göstererek bir şeyler yaptırıyordu bana.
“bana gidip döner alsana”
“ama param yok”
“tuba? Tuba nerde?...şaka şaka, parayı ben verecem. Sıraya girmek istemiyorum”
Elim kolum bağlanmıştı. Tuba’ya söylerse mahvolurdum. O sahneyi gözümün önünde canlandırınca kendime acıyordum. Tuba ağlayarak sınıftan çıkar. Müdürün odasına gider. Müdür sınıfa gelir. Sınıfta ibret olsun diye bir iki tokat sallar. Sonra ana yemek için odasına çekiliriz. Ben geberik vaziyette, kahkahalar arasında sınıfa girerken müdür Tuba’nın ailesini çoktan aramıştır. İşin içine benim ailem de katılınca… İşte bundan sonrası kabus gibi üstüme çöküyordu.
“peki Anıl, ketçapta olsun mu?”
“bol olsun”
Koca kafalı, küçük gövdeli, zayıf bir cine benzetiyordum o yavşağı. Berbat günlerdi çünkü. Yaptıkları, o saçma sapan istekleri… Dayanacak gücüm kalmamıştı artık. Ben simit yerken o amcığa bol ketçaplı dönerler almak zoruma gidiyordu. Hiç bilmediğim şarkıları bana zorla söylettirip güldüğünde kafasını kalorifere çarpmak istiyordum. Susuyordum ama. O karanlık sahne beni öldürüyordu! Hayatım biterdi. Rezil olurdum. Babam beni evden atardı. Susuyordum!
Yine bir gün, dönerini yerken benden şarkı istemişti. Hiç bilmediğim bir türküydü. Bilmiyorum dedim, kafandan atarak söyle dedi. Gülerken dönerinden büyük bir lokma aldı. Dudağına ketçap bulaştı. Bu kadar yemesine rağmen hala iskeletten farksızdı. Saati kolundan sarkıyordu. Tuba arkadaşlarıyla konuşuyordu. Orospu çocuğu benden türkü istemişti. Döner poşetini sıyırıp bir lokma daha aldı. Dudağının kenarındaki ekmek kırıntısını, ortasından düğümlenmiş pipete benzeyen başparmağıyla gülümseyen ağzına itti. Türkü dedi, hadi söyle. Tamam, dedim içimden, buraya kadar. Gülümseyip uzun aktör burnunun kenarına solumla çaktım. Suratı kıpkırmızı oldu. Burun deliğine yavaşça kan doldu.
“ne yapıyorsun!” diye bağırdı dönerin peçetesiyle burnuna bastırırken, “sus” dedim, “amına koyarım senin!”
“sen görürsün oğlum, şimdi söyleyecem Tuba’ya!”
“git söyle ulan, bok surat”
Teneffüse çıkmamış inekler sürüsü bize bakıyordu. Tuba da bakıyordu. Kendi ismini duymuştu az önce. Tuba’ya baktım. “tuba, gel” dedim. Yanımıza gelip dikildi. “ne var” dedi, “ne oldu?”
“hadi söylesene!” dedim. Burnunu siliyordu. “hadi oğlum söylesene.” Hala burnuyla uğraşıyordu.
“ne söyleceksin” dedi Tuba.
Kafasını kaldırdı, bana baktı. Tuba’ya baktı, “yok bir şey tuba” dedi. Şansıma Tuba çok merak eden tiplerden değildi. Üfleyip çekip gitti sırasına. Kaprisi işime yaramıştı. Çünkü zorlasaydı korkudan ötmeye başlardı yavşak surat. Ve şansıma, Tuba’ya “tuba senin için orospu olmuş diyorlar” demeyi götü yemedi yavşağın.

İnekler önlerine döndüler, kızlar gülmeye devam etti. Ve Anıl, ağzına bulaşan ketçapı temizlemesi için gereken peçeteyi burun deliğine tıkmak zorunda kaldığı için devam edemedi bokluklarına.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder