2 Eylül 2009 Çarşamba

beklerken ekildim; o halde yeşermeyi de beklerim

Bu kez kendime çok ciddi sözler veriyorum. “hayır” diyorum, “ne yaparsa yapsın kızmalıyım ona”
Çünkü bu bekleyiş halinde kendime çok kızmıştım. Onunla görüşünce atacağı her türlü yalana kendimi hazırlamalı, en mantıklı karşılıkları vermeliyim. Ağzından çıkacak tüm lafları birikmiş hiddetimle suratına gömmeyi bile düşünüyorum. “gülme lan!” diye bağırırım belki. Zira; biliyorum ki o asıl duygularını bastırmak için gülme efektini kullanıyor. Hele ki ben sinirden köpürürken eliyle ağzını kapatıp, diğer eliyle karnını tutup sancılı sancılı gülmesi beni salak yerine koyması demektir!
Evet, evet; bu kez affetmeyeceğim. “canım, cicim” ayaklarına yatsa bile ona acımamam lazım. Hep böyle gidecek değil ya? Bu kaçıncı oldu. Hep aynı şekilde salak durumuna düşüyorum. Kendimi, onu beklerken anırmayı da ihmal etmeyen gri bir eşek gibi hissediyorum artık. Bir de yalan atması yok mu? Ulan sanki karşısında koca bir eşek var! Tamam, ben öyle olduğumu hissediyorum; ama bu durum da tamamen onun yalanları yüzünden. Yalan attığını adım gibi biliyorum; fakat gülümsemesi, defalarca özür dilemesi, sinirden kudurmuş beni hayli uyuşturuyor. Unutuveriyorum bu umursamaz tavırları, attığı bin bir çeşit yalan eski önemini kaybediyor yanımda.
“ Bir şey olmaz, canım” diyorum ona. Sesimi biraz yükseltirsem surat asar diye korkuyorum bu kez. Surat asarsa da asıl suçlu benmişim gibi özür dilemeye başlıyorum. Böyle durumlar birkaç kez olmadı değil. Sonra onun beni affetmesi için kurduğum onca cümle, uyumak için yatağa girdiğimde sabaha kadar beynimi düzüyor. Hesap soruyorum kendime. Uyku tutmuyor, dönüp duruyorum yatakta. Sabaha kadar içtiğim sigaranın hesabını unutuyorum. Ben ki gün içinde içtiğim her sigarayı sayan bir adamım. Lakin öyle gecelerde saymayı bırakıp rahatlamaya çalışıyorum. Ama bir işe yarıyor mu? Yok! İçtiğim sigaraların öksürükleri ve bütün günümü mahvedecek uykusuzluk yanıma kâr kalıyor anasını satayım!
Şu an bunları yazarken bir yandan da kendime soruyorum: “ bu haksız döngünün farkındaysam hala neden aynı döngünün içinde eziliyorum?” diye
Bu soruya adam akıllı bir cevap bulabilmiş değilim. Ama bazı tahminlerim de yok değil. Belki beni art arda üç kez ekmesi, telefonlarıma cevap vermemesi, üstüne üstlük hiçbir şey yokmuş gibi rahat tavırları onu benim gözümde “ulaşılmaz” hale getirmiştir. Böylece bu “ulaşılmaz varlık” benden özür dileyince - yalandan bile olsa – affetmek zorunda kalıyorum. Kul-tanrı ilişkisi gibi bir şey. Mesela bir kul asla tanrısında şikâyetçi olamaz. Tanrısı ona nasıl bir parmak atarsa atsın boynu kıldan incedir değil mi?
Üzülerek ve kendime küfürler ederek söylüyorum ki o benim merhametsiz tanrım olmuş durumda. Ben ise onun bir boka yaramaz kuluyum.
LANET OLSUN!
Bu gerçeğin farkına varmak beni daha çok sinirlendirdi. Kendimden tiksiniyorum şu anda. Bir ayrım yapmanın da zamanı geldi sanırım. Ortada büyümekte olan bir öfke söz konusu. Peki, ben ona mı kızıyorum, yoksa kendime mi?
İki sorunun da cevabı aynı gerçeklikte “evet!“. Nedenini şöyle açıklayabilirim:
Evet, ona kızıyorum; çünkü beni ekti ve izin verirsem çekinmeden salak yerine koyar.
Ve evet, kendime kızıyorum; çünkü yalancı olduğunu bile bile ona inanıyorum. İnanmak zorundayım sanki! O olmazsa ve ona inanmazsam hayatımın bir anlamı kalmayacak gibi. Bu içgüdüsel bir duygu mu acaba? İnsanoğlunun doğasında var sanırım; her insan yaşamına bir anlam katmak için bir “ulaşılmaz” yaratır. Ne kadar boktan olursa olsun bir “ulaşılmaz” ona yeter. Ve kendi yarattığı bu duyguya tapmaya başlar. Eğer böyle bir tepe noktası belirleyecek kadar aptal değilse yaşamak için bir nedeni de yoktur.
Aslında bu son yazdığım “ulaşılmaza mecburiyet” savından sonra biraz rahatladım gibi. Yaşamak istiyorsam – ki bence bu haklı bir neden- bir ulaşılmazın olması şart.
Hayır hayır! Biraz düşününce yine sinirleniyorum. Bu kez kızgınlığım kendime değil. En azında sadece kendime değil. Tüm insanoğluna!! Böyle saçma sapan içgüdülere sahip olduğumuz için öfkeliyim. Yaşamayı anlamlı bir hale getirmek için kendi gömdüğümüz hazineleri aramak zorundayız!
Bu tip tuhaf davranışların nasıl oluştuğunu düşünüyorum şu an. Kabul etmek gerekir ki hayat, okuma yazma bilmeden katıldığımız bir matematik sınavıdır. Önümüzdeki sınav kağıdını doldurmak için okuma yazma bilmenin gerekli olmadığını da çok sonraları, iş işten geçtikten sonra anlıyoruz. Mutlak irademizle yapılandırdığımız bir yaşam değil bu! Satranç tahtasındaki piyonlar gibiyiz bazen. Kurallarını belirleyemediğimiz, hatta bilmediğimiz iğrenç, sıkıcı bir oyunda yaşlanıyoruz. Kıt koşullar altında “yaşanılabilir” bir hayat sürmek için iyi bir piyon olup şah’a ulaşmaya çalışıyoruz. Ve ben burada sabit şah mertebesindeki bir taştan bahsetmiyorum. İzafi bir taş; kimine göre piyon, kimine göre at, kimine göre kale vesaire. İşte bana göre de şah! Belki ben de başkalarına göre şahımdır. Göreceli bir etkileşim var ortada, sonu gelecek gibi görünmeyen bir döngü…
Buna akıl sır erdiremiyorum. Bu satranç tahtasının kırılıp sobaya atılması şart! Fakat ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Kimileri her ne kadar kabul etmese de acınası bir çaresizlik içinde debeleniyoruz.
Baksanıza konu nerden nereye geldi. Her neyse…
Asıl meseleye dönecek olursam; beklerken ekildim, o halde yeşermeyi beklerim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder