2 Aralık 2009 Çarşamba

sadece bugün mü?

“didim mi, demedim mi?” diyor, “Didim mi demedim mi?” Onun bu hızlı ve kızgın konuşmasına dayanmayan beyaz bir tükürük zerresi, çürük çay ve sigara kokan kahverengi ağzından havalanıp üst dudağıma konuyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ortada anlık bir yanlış anlama var. Fakat bu yanlışı giderecek cümleler, tükürük bombardımanına tutulmuş dudaklarımdan dökülemiyor. Üstüne üstlük yutkunuyorum. Korkudan! Dilim damağıma yapışıyor. Kulağımın hizasına kadar kaldırdığı sağ elini, her “Didim mi?” sorusuyla beraber sallıyor. Sallanan bu ele odaklanmış durumdayım. Avucu açık ve öyle çok kasmış ki parmak boğumlarındaki nasırlar şişip belirginleşmiş. Tahtada yazı yazmaktan çok tokat atmasını bilen bu kıllı sağ kulağıma her yaklaştığında gözümü kırpıştırıyorum. Bana bir adım daha yaklaşıyor. Ben de bir adım daha geri çekiliyorum ve sırtım kara tahtaya çarpıyor. Biliyorum, önlüğüm hatta saçımın arkası boydan boya tebeşire bulandı! Suratını benim suratıma doğru hafifçe eğmiş. Suratlarımız arasında neredeyse iki karış var. “bana bak oğlum!” diyince gözlerimi suratına çeviriyorum. Birkaç yüz kilo yağ bağlamış iğrenç bir göbek deliğini andıran suratında ter damlaları birikmiş. Sonra gür kaşlarına bakıyorum. Serçe parmaklarını diliyle ıslatıp kaşlarını düzeltmek gibi bir tiki var bu herifin. Kafasının tepesinde yaşam mücadelesi veren üç-beş tel saçından bir-iki tanesi terli alnının oyuklarına yapışmış. Ve hala soruyor, “Didim mi, demedim mi?” diye. Buna bir cevap vermek zorundayım. Sonucu değiştirmeyecek, biliyorum. Mavi önlüklü, beyaz yakalı bu elli-altmış tane kölenin patronu o! Onun da bir patronu var. Herkesin var ve biz üçlü, yer yer dörtlü, oturduğumuz ter kokan sıralarda bu işin mantığını kapıyoruz, itaat ederek.
Sınıf sus pus. Kupkuru olmuş ağzımdan ne çıkarsa çıksın sonuç aynı olacak. Çünkü, sınıfa girdiğimde “tahta önünde bekle” demesi, yoklamayı alırken beni “yok” yazması, sınıfın bana gülmesi, kaşlarını tükürükleyip yanıma yaklaşması ve “nerdeydin?” diye sorması tamamen ön sevişmeydi! Ön sevişmeler nasıl olursa olsun sonuç mutlaktır. O yüzden “demediniz” diyorum. Dedim ve sol kulağım çınlamaya başlıyor. Ardından yanağım uyuşuyor. Ama kızarıklığı hissedebiliyorum. Ne mutlu bana! Sınıfta bir gürültü oluyor. Bu gülenlerin gürültüsüdür. Biraz da rezil olmuş bir çocukluğun gürültüsü…
“demediysen niye gidiyorsun?” diyor bu kez. “özür dilerim” diyorum. Çünkü “gidebilirsin” demedi aslında. “gidebilir miyim?” diye sorduğumda başını salladı sadece. Yukarı aşağı ya da aşağı yukarı, hatırlamıyorum. Her şey anlık bir yanlış anlamadan ibaret bugün. Dolayısıyla dilediğim özür bana bir tokat daha kazandırıyor. Henüz acısı dinmemiş beş parmak izinin üstüne. Biraz da kafası karışmış bir çocukluğun üstüne…
Sonra yakamdan tutup yerime doğru iteliyor. "geç!" diyor, "terbiyesiz köpek." Sırama otururken ağlıyorum. Terbiyesiz kulaklarım hala çınlıyor. Yüzümü yıkamak için izin isteyemem. Bir hışımla sınıftan çıksam müdürden de dayak yerim. Ama terbiyesiz suratım yanıyor. Gülen gülüyor. Başımı masaya koyup "güzel" teneffüsümü bekliyorum ben de.